İnsan zihni, doğası gereği belirsizliği azaltmaya ve dünyayı anlamlandırmaya çalışır. Karmaşık olaylar karşısında en temel bilişsel eğilimlerden biri, onları daha basit ve anlaşılır nedenlere indirgemektir. Bunun sebebi, zihnin sınırlı bilişsel kaynaklarını koruma ihtiyacıdır: bir olayı tesadüflerin karmaşık birleşimiyle açıklamak, çok daha fazla zihinsel enerji gerektirir; oysa tek bir niyet ya da aktöre bağlamak, daha ekonomik ve tatmin edici bir çözümdür (Feldman, 2016).
Günlük hayatta bile insanlar rastlantısal durumlarda görünmez bağlantılar kurar, “bir sebep–sonuç zinciri” oluşturur ve bu şekilde kontrol duygusunu sürdürürler. Bu eğilim, belirsizlik ve kontrol kaybı hissinin yoğunlaştığı dönemlerde daha da güçlenir. Krizler, felaketler veya öngörülemeyen toplumsal değişimler, bireyin zihninde “rastlantı”yı tolere etmeyi zorlaştırır çünkü belirsizlik, psikolojik olarak kaygıyı artırır ve bireyin güvenlik ihtiyacını tehdit eder (Douglas, Sutton, & Cichocka, 2017). Böyle anlarda insanlar, büyük olayların arkasında mutlaka “büyük nedenler” olması gerektiğine inanma eğilimi gösterirler (van Aaken, 2019). Bu, literatürde “orantısallık önyargısı” olarak tanımlanır. Yani küçük ve tesadüfi faktörlerle açıklanabilecek olaylar bile, zihinsel rahatlama sağlamak adına kasıtlı ve planlı eylemler olarak algılanır.
Komplo Teorilerinin Psikolojik Temeli
İşte bu bilişsel ve duygusal zemin, komplo teorilerinin ortaya çıkışını ve yaygınlaşmasını kolaylaştırır. Belirsizliği tolere edemeyen zihin, görünmez aktörlerin planlı hamlelerine başvurarak karmaşık olayları anlamlandırır. Böylece komplo teorileri yalnızca bir “yanlış bilgi” formu değil, aynı zamanda psikolojik işlevi olan zihinsel kalıplar haline gelir.
Psikoloji literatürü bu durumu çeşitli kavramlarla açıklar. “Orantısallık yanılgısı” büyük olayların büyük nedenlerle açıklanması gerektiğini söylerken, “kasıtlılık yanılgısı” tesadüfi gelişmelere bile bilinçli bir niyet atfedildiğini gösterir. Sosyal kimlik kuramı ise bu sürecin grup düzeyindeki boyutunu açıklar: komplo teorileri, “biz” ve “onlar” ayrımını keskinleştirir, dış grupları düşmanlaştırarak iç grubun dayanışmasını artırır (Robertson, Pretus, Rathje, Harris, & Van Bavel, 2022).
“Biz ve onlar” ayrımının kuvvetli olduğu bir toplumda kutuplaşma başlar ve bu kutuplaşmanın beraberinde gelen düşmanlık, farklılıklara tahammülsüzlük, karşı gruplara yönelik önyargıların sertleşmesi ve empati kapasitesinin azalması ortaya çıkar. Bu süreçte bireyler, kendi grubunu aşırı olumlu, dış grupları ise aşırı olumsuz değerlendirmeye eğilimlidir. Bu tür davranışlar sağlıklı işleyen bir demokraside görülmeyecek kadar çarpıktır.
Sonuç olarak, komplo teorileri yalnızca bilgi kirliliği yaratmaz; aynı zamanda toplumsal bağları zayıflatan, güvensizlik üreten ve sürekli tehdit algısı yaratan zihinsel kalıplara dönüşür. Bu kalıplar sürdükçe bireylerin kaygı düzeyi artar, başkalarıyla iş birliği yapma motivasyonu azalır ve toplum genelinde kronik bir güvensizlik iklimi oluşur. Bu yönüyle komplo teorileri, yalnızca bireysel psikolojiyi değil, toplumsal ilişkileri de güçlü bir biçimde belirler.
Kurumlara Güvensizlik ve Otoriterlik
Komplo teorileri, resmi bilgilere alternatif ve çoğu zaman doğrulanmamış anlatılar sunarak vatandaşlara sürekli bir şüphe ve güvensizlik duygusu aşılar. Demokratik rejimlerde meşruiyetin kaynağı yalnızca oy kullanmak değildir. Demokrasi, kurumların tarafsızlığı, kurallara dayalı işleyiş ve hukukun üstünlüğüne duyulan inançla da ilgilidir. Komplo teorileri, kurumlara olan güveni aşındırır ve güçlü bir otoriteye ihtiyaç duyulduğu inancını pekiştirir. Kurumlar “gizli aktörlerin oyuncağı” gibi resmedildikçe yurttaşlar, sorunların çözümünü kişisel otorite figürlerinde aramaya başlar. Siyasal psikoloji bu eğilimi “otoriterlik ihtiyacı” ile açıklar: belirsizlik, tehdit ve güvensizlik altında kalan bireyler, kendilerini koruyacak tekil ve kararlı bir otorite arayışına girer.
Bu noktada dikkat çekici olan, güvenlik ihtiyacının çoğu zaman özgürlük ihtiyacının önüne geçmesidir. İnsan zihni için güvende olmama duygusu doğrudan varoluşsal bir tehdit olarak algılanır; bu nedenle bireyler güvenlik karşılığında demokratik haklarının bir kısmından vazgeçmeye bile razı olabilir.
Beklenebileceği gibi bu durum toplumsal bir başkaldırıya yol açmaz; aksine, “bizi koruyacak güçlü bir el” arayışı güçlenir. Bu eğilim, otoriter liderliklerin toplumsal zeminde neden kolayca meşruiyet bulabildiğini açıklar. Yani kurumlara güvenin aşındığı bir ortamda ortaya çıkan otoriterlik, irrasyonel bir tercih değil, güvenlik ihtiyacının özgürlük ihtiyacının önüne geçmesinin psikolojik bir sonucudur.
Sonuç
Özetle, komplo teorileri güçlendikçe halkta güvensizlik artar ve yurttaşlar kararlarını artık yasal süreçler veya kolektif mekanizmalar üzerinden değil, bireysel aktörlerin niyetleri üzerinden değerlendirmeye başlar. Kurumlara duyulan güvensizlik arttıkça, kitleler sorunların çözümünü bağımsız mekanizmalarda değil, güçlü, “iradesi net” ve kişisel otoriteye dayalı lider figürlerinde aramaya başlar. Bu durum, demokratik kurumların dayandığı güven sözleşmesini zayıflatır ve siyaseti daha kırılgan ve otoriter hale getirir.
Bu perspektiften bakıldığında, komplo teorileri yalnızca toplumsal önyargıları beslemekle kalmaz; aynı zamanda demokratik sistemin meşruiyetini zayıflatır, siyasal süreci kişiselleştirir ve otoriterleşmeye zemin hazırlar.
Kaynakça
-
Douglas, K. M., Sutton, R. M., & Cichocka, A. (2017). The psychology of conspiracy theories. Current Directions in Psychological Science, 26(6), 538–542.
-
Feldman, J. (2016). The simplicity principle in perception and cognition. Wiley Interdisciplinary Reviews: Cognitive Science, 7(5), 330–340.
-
Robertson, C. E., Pretus, C., Rathje, S., Harris, E. A., & Van Bavel, J. J. (2022). How social identity shapes conspiratorial belief. Current Opinion in Psychology, 47, 101423.
-
van Aaken, A. (2019). The Decision Architecture of Proportionality Analysis: Cognitive Biases and Heuristics. Available at SSRN 3364553.


