“Dünyada yer alan her şey bir ayna gibi davranır.”
Lacan, II. Seminer, s.49
“Benlik dışsal bir imgenin yansımasıyla kurulur.”
Lacan
Fransız psikanalist ve psikiyatr Jacques Marie Émile Lacan, psikolojiye ve psikanalize birçok yeni kavram ve anlam kazandırmıştır. Bu kavramlar arasında en önemlilerden birisi ise ayna evresi (mirror stage) kavramıdır demek yanlış olmaz.
Bir bebek, henüz dil gelişimini bile tamamlamamışken, 6–18 aylık olduğu dönemde kendisini aynada gördüğü ilk an, yansımasına adeta büyülenmişçesine bakar. Kendisini ilk kez bir bütün olarak karşısında gören bebek, kendisini tanır; aynadaki görüntüsüyle kendini özdeşleştirir.
İnsanın benliğinin doğuşunu temsil eden bu özdeşleşme, gerçek bir tanıma gibi görünse de bu aslında bir yanılsamadan (méconnaissance) ibarettir.
Psikanaliz tarihinde ayna evresi adıyla iz bırakan bu kuram, benlik algısı kavramının köklerini anlamamız için yepyeni bir soluk getirmiştir.
Gelin, bu kavrama daha derinden bakalım.
Dağınık Bir Beden İmgesi
Lacan’a göre bebeğin aynada kendisiyle bir bütün olarak karşılaştığı bu ilk an oldukça önemlidir. Çünkü bir bebeğin bu dönemde motor hareketleri tam anlamıyla gelişmemiştir. Bu nedenle bebek, çevresindeki dünyaya yabancı kalır ve bedenini dağınık, kontrolsüz bir biçimde hisseder.
Ne bedenini ne de algısını anlamlı bir bütün olarak deneyimlemekten uzak olan bebek, kendisini tam olmayan bir varlık gibi algılar. Lacan, bu durumu “dağınık beden imgesi (corps morcelé)” kavramıyla açıklamıştır.
İmgenin Ardındaki Ben
Bebek, aynada gördüğü imgeyle özdeşleşir ve gördüğü bu yansımayı kendi imgesi olarak benimsemeye çok isteklidir. Lacan, bebeğin imgesini tanımaya başladığı anda ortaya çıkan hazla ilgilenir ve bu anı ontolojik bir zafer olarak sayar.
Lacan’a göre bu bütünlük gerçek değildir, sadece bir yanılsamadır; çünkü bebek henüz kendi bedenine tam anlamıyla hâkim değildir.
Burada değinilmesi gereken önemli noktalardan biri ise, kendisiyle karşı karşıya gelen bebekte bunun gerçekleşmesi için illa fiziksel bir ayna yüzeyinin şart olmamasıdır.
İmgenin ona ait olduğu, öteki insanlar tarafından onaylanmalıdır.
Bu yanılsama, hazla birlikte kendine yabancılaşma kavramını da getirir.
Hayatın başlangıç yıllarında “ben” dediğimiz şeyi özümüzde değil, dışsal bir görüntüde bulmamız; ötekilere ihtiyaç duyarak bir kimlik arayışında olmamız, Lacan’ın şu sözünü kulaklarımıza fısıldar:
“Ben, bir başkasının beni gördüğü yerde doğar.”
Bu yaklaşım, Freud’un ego kavramına da yeni bir perspektif kazandırmıştır. Freud için ego, içsel dürtülerle toplumsal kurallar arasındaki dengeyi sağlayan bir köprü iken; Lacan, egonun bir imge yanılsaması olduğunu ifade eder.
Ona göre benlik, en başından beri yanlış bir tanıma üzerine kurulmuştur.
Bu evre, insanın tüm yaşamı boyunca tekrar eder.
Yaşadığımız dünyadaki toplumsal rollerimiz, ilişkilerimiz, hatta sosyal medyayı nasıl kullandığımız bile bu aynaların dönüşmüş biçimleri olarak karşımıza çıkar.
Eksik Bir Benliği Aramak
Lacan’ın bu görüşleri bizlere yalnızca benliği değil, aynı zamanda öznenin parçalanmasını da yorumlayabilmemiz için bir kapı aralar. Ona göre insan, kendi benliğini hep aramakla meşguldür; hep bir eksiklik ve yabancılık taşır.
Çünkü “ben” denilen kavram en başından beri bir yanılsamayla karşımıza çıkan, gerçek olmayan bir bütünlüğe dayanır. Bu yüzden insanın kendisine dair bilgisi hep yarım kalacaktır.
Bu yüzdendir ki Lacan’ın aynası bize yalnızca kim olduğumuzu değil, kim olmadığımızı da düşündürtür.
Tıpkı bu konuyla ilgili kaleme alınan şu dizelerde olduğu gibi:
Aynada gördüğüm ben benden uzak mı?
Kendimi mi bulmaktayım yoksa kaybolmakta mı?
Bir parçam kaybolur bu yansıma mı,
Kendime her bakış bir veda mı?…
Belki de benlik dediğimiz şey, hiçbir zaman tam olarak sahip olamayacağımız bir yansımanın peşinde ömür boyu süren bir arayıştır.
Kendimizi tanıdığımızı sandığımız her bakışta yeniden düşünme cesaretiyle…


