Son dönemde sosyal medyada, çevremizde, kısacası toksik pozitivitenin hâkim olduğu her yerde “kendinizi sevin” çağrılarını duyuyoruz.
Evet, kendimizi sevmeliyiz — ama bu gerçekten mümkün mü?
“Kendimi seviyorum.” dediğimizde, bunu gerçekten başarıyor muyuz?
Yoksa bu ifadeyi söyleyip ardından kendimizle çelişen davranışlarda bulunduğumuzda içimizde bir kimlik çatışması mı yaşıyoruz?
Bu karmaşık yapının içinden çıkıp kendimizi gerçekten bulmak ve sevmek mümkün mü, gelin birlikte bakalım.
Öz-Sevgi Nedir?
Kendini sevme, yani diğer adıyla öz-sevgi (self-love), aslında özgüveni besleyen en önemli unsurlardan biridir.
Psikolojik olarak öz-sevgi; bireyin kendini öznel biçimde değerlendirmesi, kendini değerli görmesi ve onaylaması anlamına gelir.
Yani insanın, tüm iyi ve kötü yönleriyle kendini kabul edebilmesiyle ilgilidir.
Ancak bu sandığımız kadar kolay değildir. Küçük yaşlarda deneyimlenen olumsuz tutumlar, eleştiriler ya da sevgisiz ortamlar bireyin kendini koşulsuz kabul etmesini zorlaştırabilir.
Bu durumda kişi, yetişkinlikte kendine karşı en acımasız yargıç hâline gelir. Kendini sürekli eleştirir, iç sesinde sert bir tonla konuşur ve zamanla kendinden uzaklaşır.
Bu uzaklaşma da kişinin öz-sevgi kavramını tam anlamıyla öğrenememesine neden olur.
Yani birey çocuklukta öz-sevgi deneyimleyemediyse, yetişkinlikte bu eksiklik genellikle sürekli öz eleştiri, yetersizlik hissi ve kendini değersiz görme şeklinde ortaya çıkar.
Örneğin, çocuklukta kendisine olumsuz sıfatlar yakıştırılan bir çocuk — özellikle de bu sıfatlar ailesinden geliyorsa — zamanla bu yargıları doğru kabul eder ve içselleştirir.
“Yetersizim”, “başarısızım” ya da “sevilmeye layık değilim” gibi inançlar, çocuğun benlik algısının temeline yerleşir.
Yetişkinlikte ise bu inançlar, kişinin hem kendisiyle hem de çevresiyle olan ilişkilerini derinden etkiler.
Bu durumun en belirgin yansımalarından biri kendini sabote etme davranışıdır.
Kişi, çocuklukta öğrendiği bu olumsuz inançları doğrulamak istercesine, farkında olmadan kendi başarısına veya mutluluğuna engel olur.
Eğer çocuklukta “başarısız” olduğuna inandırılmışsa, yetişkinlikte başarı elde ettiğinde bunu küçümser:
“Zaten herkes yapar, çok da önemli bir şey değildi.” der.
Ya da eğer “sevilmeye layık değilim” inancını taşıyorsa, biri ona sevgi gösterdiğinde hemen şüpheye düşer:
“Kesin bir çıkarı var.” ya da “Gerçekten beni seviyor olamaz.” diye düşünür.
Sonuç olarak kişi, bu çarpıtılmış düşüncelerle kendi mutluluğunu baltalar.
Zamanla bu içsel sabotaj sadece kendine değil, ilişkilerine de zarar verir; çünkü sevgiye, başarıya ve huzura karşı bir direnç geliştirmiştir.
Böylece, içinden çıkılması zor bir döngüye hapsolur: Sevilmeyi ister ama sevilmekten korkar, başarılı olmak ister ama başarıyı kabul edemez.
Yani aslında, ne kendini tam anlamıyla kabul edebilir ne de gerçekten sevgi duyabilir kendine.
Gerçek Öz-Sevgi ‘Gerçekten’ Ne Demektir?
Gerçek öz-sevgi, kendini eleştirmemek değil, eleştirirken bile şefkatli kalabilmek anlamına gelir.
Çoğu zaman “kendini sevmek” kavramı yanlış anlaşılır. Sanki hiç hata yapmamak, her zaman güçlü kalmak ya da kendini sürekli beğenmekmiş gibi sunulur.
Üstelik bazı insanlar için “kendini sevmek” fikri korkutucudur. Çünkü çevresinden, özellikle de çocuklukta aldığı mesajlarla, bunun bencillik ya da narsisizm olduğu inancını geliştirmiş olabilir.
Bu yüzden kendine iyi davranmak, sınır koymak ya da kendi ihtiyaçlarını önceliklendirmek onlara suçluluk hissettirebilir.
Oysa gerçek öz-sevgi, başkalarını dışlamadan kendine alan tanıyabilmektir — yani “ben de değerliyim” diyebilmektir.
Çünkü öz-sevgi, kusursuzluğu değil, insan olmanın doğasını kabul etmeyi içerir.
Zaman zaman hata yapabileceğini, kırılabileceğini, üzülüp pes etmek isteyebileceğini kabul etmek… İşte bu noktada gerçek öz-şefkat başlar.
Diğer yandan, öz-sevgi, kendini sürekli iyi hissetmek demek değildir; tam tersine, zor duygularına da alan açabilmektir.
Kendine sevgiyle yaklaşmak, o zor duygulardan kaçmak değil, onlarla kalabilmeyi öğrenmektir.
Çünkü kendini sevmek, sadece iyi yanlarını görmek değil, tüm yönlerinle var olmayı öğrenmektir — korkularınla, yetersizlik duygularınla, öfkenle, utancınla.
Bu, kişinin iç dünyasıyla dürüst bir ilişki kurması anlamına gelir.
Kendimizi gerçekten sevmek için önce kendini tanımak gerekir.
Hangi yönlerini bastırıyorsun?
Hangi taraflarını “böyle olmamalıydım” diyerek reddediyorsun?
Kendini kabul, bu bastırılmış yönlerini yavaşça gün yüzüne çıkarabilmektir.
Çünkü reddettiğimiz taraflarımız, bize aslında en çok şefkat göstermemiz gereken yerleri işaret eder.
Örneğin, “Kendimden nefret ediyorum çünkü başarısız hissediyorum.” düşüncesi yerine, “Şu anda yetersiz hissediyorum ama bu duygum da bana ait, geçici ve insanca.” demek, öz-şefkatin ilk adımıdır.
Bu cümlede reddetme değil, kabul vardır. Ve kabul başladığında değişim de başlar.
Gerçek öz-sevgi, kendine “mükemmel ol” demek değil; “kendin ol” demektir.
Bu farkı içselleştirebildiğimizde, artık kendimizi sevmeye çalışmayız — zaten çoktan sevmeye başlamışızdır.
Öz-Sevgiyi Geliştirmek Üzerine Birkaç Düşünce
Kendimizi sevmek çoğu zaman soyut, hatta ulaşılamaz bir hedef gibi görünebilir.
Oysa öz-sevgi; büyük adımlardan, keskin değişimlerden ziyade, farkında olunan küçük seçimlerle gelişir.
Belki de en önemli nokta, bu sürecin bir “varış” değil, “yolculuk” olduğunun farkına varmaktır.
İç sesimizi fark etmekle başlayabiliriz.
Zihnimiz çoğu zaman bize, geçmişten taşıdığımız kalıplarla konuşur.
“Yeterince iyi değilim” diyen bir ses duyduğumuzda, bunu susturmaya çalışmak yerine, onun ne anlatmak istediğini duymayı deneyebiliriz.
Kendimize “Elimden geleni yapıyorum, bu da şu anda yeterli.” demek, kusursuzluğu değil, insanca çabayı kabul etmektir.
Kendimize yönelttiğimiz öz-şefkati, küçük eylemlerle yaşatabiliriz.
Bu bazen günün sonunda derin bir nefes almak, bazen içimizdeki yorgunluğa izin vermek anlamına gelebilir.
Kendimizi sürekli motive etmeye değil, anlamaya çalışmak — öz-sevginin sessiz ama güçlü bir göstergesidir.
Bedenimiz de bu sürecin bir parçasıdır.
Ne hissettiğimizi anlamak için bazen zihnimizden çok bedenimizi dinlememiz gerekir.
Yorgun hissettiğimizde durabilmek, duygusal olarak zorlandığımızda kendimize zaman tanıyabilmek…
Tüm bunlar, kendini kabul etmenin bedensel yansımalarıdır.
Minnettarlık pratiği de bu yolculukta bize eşlik edebilir.
Her günün sonunda, “Bugün kendime hangi konuda anlayış gösterdim?” diye sormak, kendimizle olan ilişkimizi yumuşatır.
Bu bir başarı listesi değil; kendimizi, olduğumuz haliyle fark etme ve kabul etme alanıdır.
Ve belki de en önemlisi, sınır koyabilmeyi öğrenmektir.
Sınır, sevgisizliğin değil, öz-değerin göstergesidir.
Başkalarını memnun etme çabasının altında çoğu zaman sevilmeme korkusu yatar.
Oysa “hayır” diyebilmek hem kendimize hem ilişkilerimize dürüst davranmaktır.
Gerçek öz-sevgi, kimseyi dışlamadan kendimize alan tanıyabilmektir.
Öz-sevgi çoğu zaman büyük adımlarla değil, fark edilmeyen küçük anlarla gelişir.
Mesela kendinle çıktığın kısa bir yürüyüş bile, farkında olmadan içsel bir temasın başlangıcı olabilir.
Kendini yargılamak yerine anlamayı seçtiğin, durup nefes aldığın, kendi sınırına saygı gösterdiğin her an — aslında kendine sevgiyle yaklaşmanın ifadesidir.
Bu süreç bazen sessiz, bazen karmaşık olabilir; ama her farkındalık anı, içsel bir yakınlaşmanın da habercisidir.
Kendinle kurduğun ilişki, yaşamın diğer tüm ilişkilerinin temelidir.
Bu yüzden bazen sadece durup şu soruyu sormak bile yeterlidir:
“Bugün kendime nasıl davranmak isterdim?”