Pazartesi, Kasım 3, 2025

Haftanın En Çok Okunanları

Son Yazılar

Stockholm Sendromu: Kurbanın Fail ile Kurduğu Bağın Paradoksu

Bir kurban, kendisine tehdit oluşturan kişiye neden bağlanır? Güven ve korku aynı kişiye yöneldiğinde ve bir arada var olduğunda ne olur? Bu sorular bir peri masalının ya da bir gerilim filminin konusuna benzeyebilir, ancak aslında Stockholm Sendromu adı verilen gerçek bir psikolojik fenomeni özetlemektedirler.

Bu terim, 1973 yılında İsveç’in Stockholm kentindeki çarpıcı bir banka soygununun ardından ortaya çıkmıştır. Dört rehine, altı zorlu gün boyunca ölümün gölgesinde esir tutulmuştur. Ancak, rehineler, düşmanlık yerine, kendilerini esir alanlara karşı sempati duymaya başlamışlardır. Suçluları alenen desteklemişler, polisle işbirliği yapmayı reddetmişler ve daha sonra mahkemede de desteklerini sergilemişlerdir. Dünya şok olduktan sonra, psikologlar bu paradoksal bağlanmayı açıklamak için acele etmişlerdir.

Ancak, rehine durumları ve banka soygunları Stockholm Sendromu’nun tek örnekleri değildir. Bu fenomen, insan zihnine dair daha derin bir içgörü sunar: Güvende hissetmek için ne kadar ileri gideceğimiz, bu durum korkumuzun asıl kaynağına duygusal olarak bağlanmak anlamına gelse bile. Dolayısıyla, akıllardaki soru hâlâ şudur: Bir kurban, kendisine zarar veren kişiye karşı nasıl sevgi ve sadakat geliştirebilir?

Kavramın Tarihi ve Kökenleri

Hikâye, 23 Ağustos 1973’te silahlı bir soyguncu olan Jan-Erik Olsson’un Stockholm’deki Kreditbanken’e baskın yapmasıyla başlar. Dört çalışan şiddetle tehdit edilmiş, rehin tutulmuş ve bir kasaya kapatılmıştır. Hayatları neredeyse bir hafta boyunca tehlikede kalmıştır.

Şaşırtıcı bir şekilde, rehineler olayın sonunda kendilerini esir alanları savunarak halkı şok etmişlerdir. Hatta yasal savunmaları için para toplamışlar ve aleyhlerinde ifade vermeyi reddetmişlerdir.

Bu şaşırtıcı davranışı açıklamak için medya tarafından “Stockholm Sendromu” terimi yaratılmıştır. Onlar, mantık dışı görünen bu sadakati bir hayatta kalma stratejisi olarak yeniden çerçevelemişlerdir. Kavram sonunda ilk bağlamının ötesine yayılmıştır. Psikologlar, istismara uğramış çocuklar, savaş esirleri, aile içi şiddet kurbanları ve hatta zehirli işyeri kültürlerindeki çalışanlar arasında da benzer davranış kalıplarını gözlemlemişlerdir.

Sendrom, bugünlerde yalnızca bir etiket olmanın ötesindedir. Artık, ilgi ve korkunun buluştuğu zaman ortaya çıkan tuhaf, çelişkili bağlantılar için bir metafor görevi görmektedir. Bu durum bizi, sadakatin hayatta kalma yoluyla, anlamakta zorlandığımız şekillerde yeniden şekillenebileceği gerçeği gibi, insan doğasına dair zor gerçeklerle yüzleşmeye zorlar.

Psikolojik Mekanizmalar

Travma bağı (trauma bonding), istismar ve aralıklı pekiştirme (intermittent reinforcement) etkileşimiyle karakterize edilen Stockholm Sendromu’nun temel bir yönüdür. Kurbanlar, aşağılanma anlarının şefkat eylemleriyle değiştiği, değişken bir duygusal ortam deneyimlerler; bu da onları istismarcılarına bağlayan bir kafa karışıklığı yaratır. Bu görünmez bağ; umut, minnettarlık ve korku gibi unsurlardan doğar ve bunlar bir araya gelerek bir zinciri andıran güçlü bir bağlanma oluşturur.

Bu fenomen, önemli bir sıkıntı sırasında beynin rasyonel düşünceden önce güvenliğe öncelik verdiğini öne süren bağlanma teorisi merceğinden anlaşılabilir. Dışarıdan yardımın ulaşılamaz göründüğü durumlarda, bireyler güvenlik duygularını istismarcı ilişkinin içinde ikamet edecek şekilde yeniden yorumlamaya başlarlar. Bu çarpık dinamikte, istismarcı hem tehdidin kaynağı hem de güvenliğin limanı haline gelir ve kurbanın ruhunu, hayatta kalmanın potansiyel bir aracı olarak istismarcısıyla uyum sağlamayı rasyonelleştirmeye yönlendirir.

Akademisyenlerden, bu bağın gerçek bir sevgi biçimi olarak yanlış yorumlanmasına dair önemli uyarılar gelmektedir. Bunun yerine, bu durum genellikle bir yatıştırma stratejisi (appeasement strategy) olarak tanımlanır. Kurbanın davranışı —istismarcıyı taklit etmek veya yatıştırmak gibi— gerçek şefkatten ziyade içgüdüsel hayatta kalma mekanizmalarından kaynaklanır. Bu dinamik, özellikle bir çocuğun istismarcı bir ebeveyne neden sıkıca tutunduğuna dair daha fazla soru ortaya çıkarır. Stockholm Sendromu’nun aydınlattığı rahatsız edici gerçeklik, bazı senaryolarda faile karşı şefkat göstermenin hayatta kalmak için gerekli bir strateji haline geldiğini ve bunun da istismar bağlamlarında sevgi ve sadakatin doğasını karmaşıklaştırdığını gösterir.

Gündelik Yaşam ve Popüler Kültür

Stockholm Sendromu kavramı, günlük yaşamın çeşitli yönlerine, orijinal kolluk kuvvetleri bağlamının ötesine uzanır; aile içi şiddet, işyeri dinamikleri ve çocukluk travması durumlarında fark edilir hale gelir. İstismarcı ortaklıklardaki kurbanlar, ilişkiyi korumak için zalimliği şefkat olarak yeniden çerçeveleyerek, olası bir değişime inanarak istismarcılarının eylemlerini rasyonelleştirebilirler. Benzer şekilde, tacizle karşı karşıya kalan çalışanlar da hayatta kalma aracı olarak zehirli yöneticilerine sadakat gösterebilirler. Çocukluk travması olan bireyler, kimlikleri ve güvenlik ihtiyaçlarının iç içe geçmiş doğası nedeniyle faillerini savunabilirler.

Popüler kültür, bu dinamikleri daha da güçlendirir; korkunun bağlılığa dönüştüğü “Güzel ve Çirkin” gibi anlatılarda ve “Stockholm” karakterinin hayatta kalma, sevgi ve esaretin karmaşık etkileşimini somutlaştırdığı “La Casa de Papel” dizisinde bu durum resmedilir. Bu tasvirler, bu tür bağların özüne dair rahatsız edici soruları tetikler: Bunlar gerçek sevginin tezahürleri midir, yoksa bir hayatta kalma mekanizması mıdır?

Sonuç

Stockholm Sendromu önemlidir çünkü travma karşısında zihnin gizli başa çıkma mekanizmalarını ortaya çıkarır. Çoğu zaman mantık dışı görünen sadakat, aslında zihnin hayatta kalma çabasıdır. Psikoloji, bu duruma bir isim vererek, suçu onlara yüklemek yerine kurbanları hapseden görünmez zincirleri görmeye davet eder.

Bu durum, yoğun korku zamanlarında bile insan zihninin bağlantı arayacağını gösterir. Bu, toplum adına, baskıcıları kurbanlarına bağlayan karmaşık bağları kabul etme ve kınamaktan ziyade destek sağlama çağrısıdır.

Bu paradokstan güçlü bir gerçek ortaya çıkmaktadır: Stockholm Sendromu, insan zihninin, karanlıkta bile olsa, amansız bağlantı arayışını gösterir.

Beyza Nur Ömültay
Beyza Nur Ömültay
Beyza Ömültay, İstanbul Rumeli Üniversitesi Psikoloji Bölümünde eğitimine devam eden bir lisans öğrencisidir. Klinik ve endüstriyel psikoloji alanlarına özel ilgi duyan Ömültay, öğrenim sürecinde kendini geliştirmeye yönelik çeşitli seminer ve eğitimlere katılmakta; hem çevrimiçi hem de yüz yüze staj deneyimleri kazanmaktadır. Dünya Danışmanlık Merkezi’nde staj yapmış, ayrıca Rehber Klinik’te çevrimiçi bir staj programına dahil olmuştur. Akademik ve mesleki gelişimine önem veren Ömültay, psikoloji alanındaki güncel çalışmaları yakından takip etmekte ve edindiği deneyimleri yazılarına yansıtarak psikolojiyi geniş kitlelerle buluşturmayı hedeflemektedir.

CEVAP VER

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz

Popüler Yazılar