“İnsan, kendi gerçeğini aramakla yükümlüdür; başkalarının biçtiği kalıplarla değil.”
— Kuramlar üstü bir düşünceye selamla
Bugün sosyal medyada ya da gündelik sohbetlerde sık sık şu tür yorumlarla karşılaşıyoruz:
“Artık erkekler iyice prenses oldu.” Bu cümle ilk bakışta sıradan bir şaka gibi görünse de, arkasında oldukça köklü bir zihinsel yapıyı barındırıyor. Aslında bu söylem, yalnızca erkeklik haline dair bir yargı içermekle kalmıyor, aynı zamanda toplumsal cinsiyet rollerinin hâlâ ne kadar kalıplaşmış biçimlerde algılandığını da açıkça ortaya koyuyor.
“Prenses erkek” tanımı, günümüzde sıklıkla, duygularını ifade eden, hassasiyet gösteren, eşitlik talep eden, ilişkilerde anlayış bekleyen ve zaman zaman kırılgan olabilen erkekler için kullanılıyor. Ne yazık ki bu özellikler, çoğu zaman küçümseyici bir dille eleştiriliyor. Çünkü hâlâ duyguların ifade edilmesi “zayıflık”, anlayış talep etmek “nazlanmak” ve empati göstermek “feminenleşme” gibi algılanıyor. Oysa bu özellikler, sağlıklı ve bütün bir birey olmanın olmazsa olmazlarıdır. Cinsiyetten bağımsız olarak her birey; duygularını tanıma, ifade etme ve ilişkilerde psikolojik bağ kurma hakkına sahiptir.
Ancak “prenses erkek” tanımı son yıllarda başka bir yöne de çekiliyor. Bu ifadeyle kastedilen yalnızca duygusal ve hassas yapıda bir erkek değil; aynı zamanda sorumluluktan kaçan, hayatı sadece tüketen, konfor alanının dışına çıkmayan bir erkek modeli de oluyor. Bu durumda mesele artık cinsiyet rolleri değil, bireysel gelişim ve sorumluluk düzeyidir.
Yani asıl ayrım, erkek ya da kadın olmakta değil; olgun ve işlevsel bir birey olup olmamakta yatıyor. Duygularını ifade eden, hayatla temas eden ve empati kuran erkek ile hayattan kaçan, ilişkideki yükleri partnerine bırakan erkek aynı kefeye konduğunda ciddi bir kavram karmaşası ortaya çıkıyor.
Toplumsal Beklentiler ve Yeni Erkeklik Anlayışı
Toplumsal beklentilerin erkekleri duygusuz, mesafeli ve güçlü göstermeye zorladığı yılların ardından, artık farklı bir erkeklik anlayışı filizleniyor. Ancak bu yeni anlayış, toplumun alışık olduğu rollere meydan okuduğu için çoğu zaman dirençle karşılaşıyor. Kadınların daha görünür hale gelmesi, ekonomik ve sosyal yaşamda aktif rol alması nasıl zamanında bir tehdit gibi algılandıysa; erkeklerin de duygularına alan açması benzer bir algı çatışmasına yol açıyor.
Cinsiyetin Öğrenilen Bir Kimlik Olduğu Gerçeği
Psikoloji bilimi, özellikle 20. yüzyıldan itibaren cinsiyet rollerinin biyolojik temellerden çok toplumsal yapılarla şekillendiğini vurgulamaya başladı. Simone de Beauvoir’ın “Kadın doğulmaz, kadın olunur” sözü yalnızca kadınlık deneyimi için değil, erkeklik için de geçerlidir. Erkeklik, tarih boyunca çeşitli kültürlerde farklı biçimlerde tanımlanmıştır. Bu, onun evrensel değil; değişken ve öğrenilen bir kimlik olduğunu kanıtlar niteliktedir.
Bugün erkekler sadece çalışmak ve geçim sağlamakla değil; bakım vermekle, duygu paylaşmakla, çocuklarıyla derin bağ kurmakla da ilgileniyor. Kadınlar ise sadece “ev içi rollerle” değil; liderlikle, üretimle, akademik başarıyla da anılıyor. Bu tablo bir roller karışıklığı değil; aksine sağlıklı bir dengelenme sürecidir. Kimse kimsenin alanını işgal etmiyor, sadece roller yeniden tanımlanıyor.
Koşulsuz Kabul ve İnsani Gelişim Süreci
Carl Rogers’ın ortaya koyduğu “koşulsuz kabul” ilkesi, her bireyin olduğu haliyle değerli olduğunu savunur. Bu yaklaşım, kadın ya da erkek fark etmeksizin, herkesin kendi potansiyelini gerçekleştirmesine olanak tanır. Erkeklerin duygularını açıkça ifade edebilmesi, onların zayıf değil, insan olduğunu gösterir. Kadınların liderlik vasfı göstermesi, onların “erkekleştiği” anlamına gelmez. Bunlar, cinsiyeti aşan insani gelişim süreçleridir.
Z Kuşağı ve Cinsiyet Kalıplarına Mesafe
Dönüşen sadece bireyler değil, aynı zamanda toplumun kendisidir. Y kuşağının ardından gelen Z kuşağı, cinsiyet kalıplarına daha mesafeli yaklaşmakta ve “insan” merkezli bir bakış açısını benimsemektedir. Bu yeni kuşak için, bir erkek ağladığında ona “kız gibi davranma” demek anlamsızdır. Ya da bir kadının iddialı ve cesur olması, “fazla erkek gibi” görünmesiyle ilişkilendirilmemektedir. Bu da gösteriyor ki, değişim kaçınılmazdır.
Ancak toplum olarak zihinsel değişimi henüz tam olarak içselleştirmiş değiliz. Hâlâ eski kalıplarla yeni davranışları değerlendirmeye çalışıyor, bireyleri sabit roller içinde tanımlamaya uğraşıyoruz. Bu da ilişkilerde çatışmalara, bireylerde kimlik bunalımlarına ve toplumda uyum sorunlarına yol açıyor.
Yeni Bir Dil İnşa Etmek: İnsan Merkezli Yaklaşım
Oysa çözüm çok daha basit bir soruyla başlıyor: “Bir insan olarak, birbirimizi daha iyi anlamak için neye ihtiyacımız var?” Cinsiyetler arası değil, insanlar arası bir dil inşa ettiğimizde, bu sorunun cevabını çok daha sağlıklı bir zeminde bulabiliriz.
Sonuç: Dönüşen Roller, Derinleşen İnsanlık
Sonuç olarak, erkekler prensesleşmedi; toplum erkeklik tanımını gözden geçiriyor. Kadınlar eril hale gelmedi; kadınlık anlayışı genişliyor. Bizler artık “kadın dediğin şöyle olur, erkek dediğin böyle davranır” gibi kesin yargılarla değil; her bireyin kendini gerçekleştirmesine izin veren esnek ve anlayışlı bir yaklaşımla ilerlemek zorundayız.
Çünkü günün sonunda mesele şu: Cinsiyet rollerini değiştirmek değil, insanlık hâllerimizi derinleştirmek bizim esas yolculuğumuz olmalı.
Toplumsal Dönüşüm ve Etkenler
Elbette bu dönüşüm süreci, yalnızca bireysel tercihlerle değil, aynı zamanda ekonomik, kültürel ve teknolojik gelişmelerle de yakından ilişkilidir. Kadınların eğitim ve iş gücüne daha fazla katılması, erkeklerin ev içi sorumluluklara daha çok dahil olması, ebeveynlik anlayışının yeniden tanımlanması gibi birçok faktör bu değişimi hızlandırmaktadır. Medya, dijital platformlar ve sosyal bilimler bu dönüşümleri görünür kıldıkça, yeni davranış biçimleri daha geniş kitleler tarafından kabul görmeye başlamıştır.
Bu bağlamda erkeklik ve kadınlık, artık yalnızca doğuştan gelen nitelikler olarak değil; toplumla kurulan etkileşim sonucu şekillenen kimlikler olarak değerlendirilmektedir. Bu da cinsiyetin sabit bir kimlik olmaktan çok, yaşam boyunca dönüşen ve öğrenilen bir süreç olduğunu gösterir. Bu dönüşümle birlikte, bireylerin karşılaştıkları beklentiler ve roller de daha çok çeşitlenmekte, daha fazla esneklik kazanmakta ve farklı yaşam biçimlerine alan açmaktadır.
İleriye Dönük Çözüm: Esnek ve Kapsayıcı Yaklaşım
Bu nedenle, toplumsal cinsiyet rolleri konusunda daha kapsayıcı, anlayışlı ve bilimsel bir perspektife ihtiyaç duyduğumuz açıktır. Eski kalıplar artık yeni nesil ilişkileri taşımakta yetersiz kalıyor. İnsanı merkeze alan, karşılıklı saygı ve sorumluluk temelli bir ilişki kültürü inşa edebilmek için, bireylerin hem kendilerine hem de birbirlerine dair önyargılarını yeniden değerlendirmeleri gerekiyor.
Çünkü sağlıklı bir toplumun temelini, yalnızca ekonomik güç ya da dışsal başarılar değil; duygusal esneklik, karşılıklı anlayış ve psikolojik dayanıklılık oluşturur. Bu değerler cinsiyete göre değil, insana göre tanımlanmalı ve desteklenmelidir.