Bazı insanların ruhunun en derin noktasına öyle bir yetersizlik duygusu yerleşmiştir ki, en büyük başarılara imza atsalar bile bunu ancak bir başkası dile getirdiğinde fark edebilirler. Öyle güçlü bir yetersizlik duygusudur ki bu; kişi, somut başarılarını bile göremez hale gelir. Bitirdiği bir proje, aldığı bir eğitim ya da yardımının dokunduğu bir konu, ona göre tamamen şans eseridir. Şans eseri olmasa bile, herhangi bir insanın da kolayca başarabileceği bir şeyden ibarettir; daha fazlası değildir. Sonsuz bir yetersizlik, yersiz bir alçakgönüllülük ve dibi olmayan bir utanç duygusuna yol açan imposter sendromundan konuşacağız bugün.
Sahtekârlık Sendromu Nedir?
Sahtekârlık sendromu, kişinin kendi yetkinliklerinden ve potansiyelinden düzenli olarak negatif şekilde şüphe duyması olarak özetlenebilir. Ancak bundan çok daha fazlasıdır. Kişi yalnızca sistematik olarak başarabileceklerinden şüphelenmekle kalmaz; hâlihazırda elde ettiği başarıların da kendisinden bağımsız, dış etkenler sayesinde gerçekleştiğine inanır. Okul eğitimini tamamen ona sunulan büyük imkânlarla tamamladığını düşünür. Ofiste imza attığı proje, zaten kendi orijinal fikri değildir; ekip arkadaşları olmasa başarması da mümkün değildir. Düzenli olarak yaptığı spor, zaten başkalarının ondan çok daha yüksek seviyede yaptığı bir aktivitedir. Onun yaptığı “basit” hiçbir şey anlamlı değildir. Hep yetersizdir ve öyle kalacaktır. Ortaya koyduğu bir sanat eseri sadece kusurlardan ibarettir ve bu kusurları göremediğini söyleyen herkes ona yalnızca “moral vermek için” öyle söylüyordur.
Başarı Kaygısı ve İçsel İnançsızlık
Genel olarak imposter sendromu, iş ve eğitim ortamlarında kendini gösterir. Kişi, somut olarak başarılı olsa ve bu başarıya dair geri bildirimler alsa bile, bunların içten içe bir yalan olduğuna inanır. Yakın zamanda “gerçeklerin” ortaya çıkacağından ve çevresindekilerin onun aslında başarılı ya da yetkin olmadığını anlayacaklarından korkar. Bu sendromu yaşayan kişiler, hiçbir zaman başarılarından tatmin olmazlar. Onlara göre elde ettikleri her şey ya tamamen bir şans eseridir ya da herkesin yapabileceği kadar sıradan işlerdir: Geçtikleri bir sınav, aldıkları bir terfi, hatta verilen bir ödül… Sahtekârlık sendromu, derin ve sonu olmayan bir girdap gibidir.
Bu sendrom, bir psikolojik rahatsızlık değildir. Dönem dönem herkesin yaşayabileceği, yetersizlik duygusu ve mükemmeliyetçilikten beslenen bir tür başarı kaygısı hâlidir. Bu konu üzerine yapılmış birçok araştırma vardır ve hepsinin ortak olarak işaret ettiği bazı semptomlar bulunur: Kişinin sistematik olarak kendini insanları kandırıyormuş gibi hissetmesi; bir gün aslında yetersiz olduğunun anlaşılacağından korkması; büyük başarılara imza attığında mutlu hissedememesi; bu başarının tekrar edilemeyeceğine inanması; sürekli kendini sınırlandırması; potansiyelini gerçekleştirebileceği sorumluluklardan kaçınması; takdir edilmekten hoşlanmaması ve takdir edildiğinde bunu düzeltme ihtiyacı hissetmesi gibi belirtiler, bu sendromu yaşayan kişilerde ortak olarak görülür. Kişi bir başarıya imza attığında, ondan var gücüyle uzaklaşmak ister.
Köken: Aile ve Algı Dinamikleri
Peki, bir insan neden bu sendromu yaşar? Psikolojide birçok sendrom ve rahatsızlıkta olduğu gibi, bu sendromda da yetiştirilme tarzımız hayata bakış açımızı etkiler. Kendimize bakışımız, ilk etapta ailemizin bize bakışıyla şekillenir. Ailemizi bir ayna gibi görerek büyürüz ve kendimizi onların bizi gördüğü gibi görmeye meyilli oluruz. Doğuştan başarılı olduğuna inandırılarak yetiştirilen bir çocuk, yetişkin hayatında da başarılarını sahiplenmekte zorlanmaz. Ancak ailesi tarafından başarıları “zaten olması gereken” şeyler olarak görülen bir çocuk, büyüdüğünde de başarılarını bu şekilde algılamaya devam eder. Diğer insanlar onu başarılı biri olarak gördüğünde kendisini kötü hisseder; çünkü o, aslında başarılı değildir. Sadece olması gerekeni yapmıştır. Onun gözünde başarı, yemek yemek ya da su içmek gibi doğal bir süreçtir; dolayısıyla kutlanması veya takdir edilmesi gerekmez. Bu kişi, kendi başarısını bu kadar önemsiz ve değersiz gördüğünde, onunla gurur duyamaz. İnsanların onu algıladığı kadar “yukarıda” olmadığını düşünür. Bu da onda bir sahtekârlık duygusu yaratır. Bir daha aynı başarıyı yakalayabileceğine inanmaz. Bir at yarışındaki at gibi, sadece doğasının gereğini yapar ve koşmaya devam eder. Bitiş çizgisini ilk geçenin kendisi olduğunu fark etmez. Doğuştan gelen hızının üstünlüğünü ve güzelliğini göremez.
Sonuç: Başarıdan Utanmak Yerine Keyif Almayı Öğrenmek
Oysa akıtılan her ter, aşılan her engel, uykusuz kalınan her gece ve şiş gözlerle okunan her satır o başarı anı içindi. Bir insanın, yıllarını vererek okuduğu okuldan mezun olurken kameralara gülümsemeye bile utanması ne kadar acıdır. Elbette kimse başarılarını yalnızca takdir edilmek için gerçekleştirmez. Ancak takdir görmek, başarının keyifli bir parçasıdır. Ve hiç kimse ona öğretilen “at yarışı” fikri nedeniyle bu keyiften mahrum kalmamalıdır. Başarıdan utanmayı değil, başarıdan keyif almayı öğrenmeliyiz.