Hayatımızın her bir köşesinde bir oyun olarak seçimler var. O seçimlerin arasında bazen kayboluyoruz, bazen ne yapacağımıza şaşırıyoruz, bazen ise kendimizi toparlayıp kararlı bir şekilde ilerlemeyi tercih ediyoruz. Her karar öncesinde bazen duraksar kalırız, bazen de kıvılcım misali hızla ve tereddütsüz yolumuzu seçeriz. Bugünü şekillendiren, geçmişte yaptığımız kararlar; onların yankılarıdır. Kararlarımız, bizzat kendimizi aynı zamanda da çevremizdekileri etkilemekte. Yani kaderimizi örer, şekillendiririz.
Bazı seçimlerimiz bizi çok güzel bir yere getirirken, diğerleri bizi istemediğimiz bir yere sürüverir. Hiç rahat edemediğimiz, dışında kalan, yabancı bir ülkeye ilk kez gelmiş gibi hissederiz. Tam bu anda keşkelerin içine dalıp gidiyoruz: “Keşke yapmasaydım, keşke etmeseydim” döngüsüne gireriz. O düşüncelere öyle bir bürünürüz ki, tıpkı sarmal merdivenle aşağıya iniyor gibiyiz. Döne döne bilemediğimiz bir yere varmak gibi.
Evet, gerçek şu ki yaşadığımız evren, keşkelerle dolu bir dünyadır. Her bir keşke, zamanın içine gizlenmiş bir gözyaşı ve de bir iç çekiş. Çok derin bir yaşta olan bir danışanım “Keşke o sırada onun yanında olsaydım da benim varlığımı hissetseydi, belki onu hissedip öteki dünyanın yolculuğuna çıkmazdı.” Ama ona karşı öylesine öfkeli, öylesine kırgındı ki, yanında olmak onu paramparça ederdi. Niyeti, kendi kalbini kırılmaktan korumaktı.
Bir başka köşede, yüreği paramparça olmuş bir anne söz konusu. Genç yaşta kaybettiği kızı için her sabah aynı cümleyi fısıldıyor: “Keşke o gün okul gezisine göndermeseydim!” Bir anne, sadece kızının da sosyal çevrenin bir parçası olmasını istiyordu: sınıf arkadaşlarıyla, eğlence parkında güzel zaman geçirmesini istiyordu. Niyeti çok saf, çok masum ve iyimser bir yerden geliyordu. Kim bilebilirdi, o masum yolculuğun sonsuz bir vedaya dönüşeceğini?
Aslında kararlarımızı verirken o anın gerçekliği içinde en mantıklı geleni seçeriz. Ama ne yapsın insanoğlu? İşte Kemal Sayar’ın dediği gibi, insan hep bir anlam arar. Her keşkenin içinde aslında bir anlam bulmak için çıktığı bir yolculuk çabasıdır. Çünkü inanırız ki, her şeyin içinde bir anlam var. Yoksa da geriye sadece boşluk, bir hiçlik kalır.
Bu boşluğun sessizliğinde kalmamak adına kafamızı durmadan sorgulamalarla ve ihtimallerle yorarız. Yani bu anlam yolculuğunun vardığı son nokta, bazen öfkeyle dolu, kendini sorgulayan ve hatta kendini acımasızca kınayan bir yere götürür bizi. Sanki olup biten her şeyin sorumlusu bizmişiz gibi hissederiz. Boyunlarımız eğilir, yükler büyür, vicdanımız ağırlaşır, boğazlarımız düğümlerle dolar ve insanoğlu kendini bir okyanusun en dibine batırır. Sanki her his, her düşünce bir taş gibi zincirlenmiş ruhuna; nefes alamaz, çıkamaz, sadece yavaş yavaş daha da derine çekilir gibi.
Evet, yaptığımız karar bizi pek de can acıtıcı bir yere getirmedi; ama bu bulduğumuz yerden sadece kararın yanlış olduğunu değil, aynı zamanda bu kararla aynı masada oturmayı öğrendik. Rahatsızlıkla birlikte nasıl oturulacağını öğrendik ve ona dayanmayı başardık. O masadan kalkacak kadar cesarete sahibiz.
Peki, tüm “yanlış seçimlerimizle” kendimizi zincirlemek yerine, dibe batmamak için ne yapabiliriz?
Mesela o taşları sırtımıza yüklemek yerine, onları yavaşça bırakmayı, kendimize merhamet göstermekten başlayabilir miyiz? Geçmişi tekrar tekrar cezalandırmak yerine, oradan bir anlam çıkarıp geleceğe daha hafif devam etmeyi deneyebilir miyiz? Neden kalbimizi, başkalarının kalbini nasıl nazikçe okşayıp üzerine bir yara bandı yapıştırarak kanamasını engelliyor, sıkıca sarıp yalnız hissetmemesini sağlıyorsak; kendi kalbimize aynı özeni göstermiyoruz?
Belki de kendimize de o şefkati göstermeyi, kırgınlıklarımıza nazikçe dokunmayı öğrensek, dibe batmaktansa hafifçe suyun yüzeyinde kalmayı seçeriz.
İlk yapmamız gereken, o anda kendimiz için en iyi kararı verdiğimizi anlamaktır. Bu, elinizden gelenin en iyisiydi. Sonuçları önceden bilseydik belki farklı olurdu. Ama sihirbaz değiliz ve doğal olarak geleceği görme yetimiz yok. Kendimize karşı nazik olmak, hatalarımızı affetmekle başlar. Kendi yolculuğumuzda deneyimlediğimiz her şey, bizi biz yapan bileşenlerdir. Kendimizi suçlamak yerine, öğrenmeye ve büyümeye odaklanmalıyız. Kalbimize hafifçe dokunup, ona iyileşme ve şefkat alanı tanımalıyız. Böylece, yaralarımız kapanırken, daha güçlü ve daha merhametli bir benlikle yolumuza devam ederiz. Kararlarımızla büyür, şekilleniriz. Bu ise daha parlak bir yarının göstergesidir.