Çarşamba, Ekim 1, 2025

Haftanın En Çok Okunanları

Son Yazılar

Aşkı Ararken Ebeveynimle Karşılaştım

Her ilişkinin belirli dönemlerden geçtiğine dair yaygın bir inançla karşılaştınız mı daha önce? Kimilerimiz, bilimsel ya da halk arasında edinilen tecrübelerle bu dönemleri 3-6 ay gibi zaman dilimlerine ayırarak, kimilerimiz ise “balayı dönemi” gibi isimlerle tanımlar. Bilimsel taraftan baktığımızda ise İngiliz asıllı psikolog Andrew G. Marshall’a göre ilişkiler genel hatlarıyla altı evreden oluşur: kaynaşma, rol dağılımı yapma, ilişkinin geleceğini belirleme, iş birliği kurma, uyum yakalama ve yenilenme.

Kesin bir sırayla ilerleyeceğine dair katı bir kural olmasa da, nasıl ki her insanın çocukluktan yetişkinliğe, oradan da yaşlılığa uzanan ortak dönemleri varsa; ilişkilerin de benzer şekilde büyüyüp olgunlaşmasında bu evreleri gözlemlemek mümkündür. Kaynaşma olarak adlandırılan ilk dönem, halk arasında “ilk 3 ay kuralı” veya “balayı dönemi” olarak nitelendirilen evreye karşılık gelir. Bu dönemde kişiler birbirine en ideal hâlleriyle görünmeye çalışır, bağ kurma arzusu yoğundur ve hayal kırıklığı riski düşüktür. Partner, hem duygusal hem fiziksel olarak çok cazip ve “doğru kişi” gibi hissedilir.

Peki bu dönemde ilişkilerin bize yansıyışı nasıl oluyor dersiniz? Söz konusu duygusal değişimler yalnızca hormonlardan mı ibarettir, yoksa düşüncelerimizin bu kadar ortak noktalarda buluşması bir tesadüf müdür? Harville Hendrix ve eşi Helen LaKelly Hunt’ın birlikte kaleme aldıkları “Özlemini Duyduğunuz Aşkı Yaşamak” adlı kitapta, aşkın evrensel bir dile sahip olduğu ifade ediliyor. Bu düşünceye varmadan önce binlerce çiftin kurduğu cümleler ve evrensel sanat eserleri incelenmiş ve aşkın dört temel cümleyle tanımlanabileceği sonucuna varılmış:

“Yeni tanışmış olmamıza rağmen sanki seni hep tanıyordum gibi hissediyorum.”
“Çok ilginç ama sanki seninle tanışmadan öncesini hatırlamıyorum.”
“Seninle birlikteyken yalnız hissetmiyorum, artık tamamlanmışım gibi geliyor.”
“Seni çok seviyorum, artık sensiz yaşamam imkânsız.”

Bu cümleler bizlere hem ilişkilerin evrensel döngülerine dair bir farkındalık hem de çeşitli sebeplerle oluşabilecek tanıdıklık hissini düşündürtebilir. Peki, milyarlarca insanın, çok farklı coğrafyalarda, bambaşka diller konuşarak bu kadar benzer duygular ve ifadeler geliştirmesi nasıl mümkün olabilir?

Belki de bu ortak paydanın temelinde yatan en güçlü sebep, hepimizin bir aileden geliyor oluşumuzdur. Ebeveynlerimizin bize ve birbirlerine karşı olan tutum ve davranışlarıyla şekillenen bir iç dünyadan yetişkinliğe adım atarız. İlk fiziksel ve duygusal temaslarımızı kurduğumuz bu kişilerle olan ilişkilerimiz, bize “tanıdık” gelen o duyguya dair ilk izleri taşır. Bu duygular, hem bağ kurma biçimimizi hem de partner seçimimizi etkiler.

Bu cümleler, bilinçdışında çocukluk döneminden bugüne taşınan o izlerin, partnerimize duyduğumuz derin çekimin ardındaki nedenleri işaret eder. İlişki içerisinde partnerimizden beklediğimiz tutarlılık, bir zamanlar annemizden ya da babamızdan beklediğimiz ilgi ve sevgi biçimlerinin bir devamı gibidir. Partner adayımızda gördüğümüz bakım veren figürlere benzer özellikler, bilinçdışında bizi ona yönlendirir. Sanki geçmişte eksik kalan bir duygunun tamamlanma ihtimaliyle karşılaşmışız gibi o ilişkiye dalarız.

Bazıları için bu süreç, çocuklukta yaşanan yetersizliklerin dönüştürülmesi için ikinci bir şans gibidir. Ancak danışanlarımızla yaptığımız terapilerde defalarca deneyimlediğimiz gibi, ebeveynimize dair beklentileri partnerimiz üzerinden tatmin etmeye çalışmak çoğu zaman gerçekçi bir çözüm sunmaz. Kendi ilişki döngülerimizi yalnızca kendimizle yüzleşerek çözebiliriz. Bu noktada ilişkiler bize sadece başkasını değil, kendimizi de tanıma fırsatı verir.

Zamanla duygular derinleşir; paylaşım çoğalır ve geçmişten bugüne taşınan yaralar, hikâyeleriyle birlikte görünür olmaya başlar. Bu anlar, partnerin şefkatiyle ışıldar ve yeniden anlam kazanır. Fakat yalnızca şefkat dolu sözler yetmez. Bir noktada partnerin içinde eksik kalan bir boşluğu fark ederiz. Onun neye ihtiyacı olduğunu anladığımızda, kendimizi adeta bir ebeveynin bebeğine gösterdiği özenle, o ihtiyacı gidermek için çabalarken bulabiliriz.

Hendrix’in bu noktadaki benzetmesi bu karmaşık duyguyu sade bir biçimde özetler: “Âşık olmak, idealize edilmiş bir ailede gözde çocuk olmak gibidir.”

Belki de aşkı ararken ebeveynimize rastlamamız, geçmişimizi onarmamız için değil, onun üzerimizdeki gölgesini fark ederek ondan özgürleşmemiz içindir. Gerçek aşk; geçmişin yaralarını sarması için birini hayatımıza almak değil, o yaraları kendimizle birlikte taşıyabileceğimizi kabul etmeye başladığımız anda başlar. Ancak o zaman, partnerimizi bir ebeveynin yerine koymadan, onu olduğu haliyle sevme kapasitemiz açığa çıkar. Ve belki de en sağlıklı ilişkiler, iki bireyin birbirini iyileştirme arzusuyla değil, birbirinin varoluşunu duyabilme cesaretiyle başlar.

Ayşegül Erdoğan
Ayşegül Erdoğan
Merhaba, ben Uzman Psikolog Ayşegül Erdoğan. İstanbul Bilim Üniversitesi’nde Psikoloji lisans eğitimimi tamamladıktan sonra, Üsküdar Üniversitesi’nde Uygulamalı Psikoloji alanında yüksek lisans yaparak uzmanlık kazandım. Şu anda Çalışma İlişkileri ve İnsan Kaynakları Yönetimi üzerine ikinci yüksek lisans eğitimime devam ediyorum. Danışanlarıma Bilişsel Davranışçı Terapi (BDT) ve Şema Terapi yaklaşımlarıyla destek sağlamaktayım. Çocuk, ergen ve yetişkin danışanlarla çalışma deneyimim bulunmakta olup, şuan ergen ve yetişkin bireysel terapi hizmetlerinin yanı sıra, aile ve çift danışmanlığı ve çeşitli psikolojik testlerin uygulanması ve yorumlanması konusunda yetkinim. Meslek hayatım süresince çeşitli gönüllü projelerde yer alarak, özellikle gençlerin psikososyal ihtiyaçlarını destekleme konusunda aktif rol aldım. Bu projelerle etik değerlere bağlı kalarak, psikolojik desteği toplumun farklı kesimlerine ulaştırmayı misyon edindim.

CEVAP VER

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz

Popüler Yazılar