John Fowles’un 1963 yılında yayımlanan Koleksiyoncu (The Collector) adlı romanı, yalnızca edebi bir gerilim hikâyesi değil, aynı zamanda psikolojik çözümleme açısından derin katmanlara sahip bir yapıttır. Roman, asosyal ve içine kapanık bir adam olan Frederick Clegg’in, sanat öğrencisi Miranda’yı kaçırıp bodrum katında alıkoyması üzerinden ilerler. İlk bakışta saplantılı aşkın yıkıcı boyutları gibi görünen bu hikâye, aslında sevgi kisvesi altında şekillenen psikolojik şiddet, güç arayışı ve kimlik çatışmalarını açığa çıkarır.
Bu bağlamda Koleksiyoncu, bireyin kendi yetersizliğini, yalnızlığını ve bastırılmış öfkesini “aşk” adı altında dışavurmasının ne kadar yıkıcı olabileceğini gözler önüne serer. Modern psikolojide sıklıkla karşılaştığımız patolojik bağlanma ve duygusal kontrol temaları, bu romanda dramatik bir gerçeklikle karşımıza çıkar. Saplantılı aşk, burada yalnızca bireysel bir ruhsal sorun değil, aynı zamanda toplumsal cinsiyet rollerinin, güç ilişkilerinin ve empati yoksunluğunun da çarpıcı bir izdüşümüdür.
Saplantılı Aşk: Sevgi mi, Zorunluluk mu?
Saplantılı aşk, kişinin bir başkasına karşı yoğun, çoğu zaman karşılıksız ve kontrol edici bir duygusal bağ geliştirmesiyle tanımlanır. Bu durum genellikle sevgi olarak maskelenir, ancak özünde bireyin karşısındakine değil, onun temsil ettiği duygusal tatmine bağlı olduğunu gösterir.
Frederick karakteri, sevdiği kadını anlamaya ya da onunla ilişki kurmaya çalışmak yerine, onu fiziksel olarak izole ederek bir tür “mülkiyet nesnesine” dönüştürür. John Bowlby’nin bağlanma stilleri kuramı açısından incelendiğinde, Frederick’in davranışları tutarsız ve kaçıngan bağlanma stillerinin uç bir yansıması olarak değerlendirilebilir. Erken dönem bağlanma sorunları, sosyal izolasyon ve empati eksikliği, onu Miranda’yı sevebilen değil, “elde etmek isteyen” bir bireye dönüştürür.
Aşkın Nesneleştirilmesi ve Koleksiyon Metaforu
Frederick’in Miranda’yı bir insan değil, estetik bir nesne gibi görmesi dikkat çeker. Kitabın adındaki “koleksiyoncu” ifadesi de, onun bu patolojik tutumunu doğrudan temsil eder. Frederick bir kelebek koleksiyoncusudur; Miranda da onun gözünde yalnızca yakalanması ve saklanması gereken bir “sanat eseri”dir.
Nussbaum’a (1995) göre nesneleştirmenin en temel biçimi, “öznelliği yok sayma”dır. Frederick de Miranda’nın düşüncelerini, isteklerini ve sınırlarını hiçe sayarak, onu kendi yalnızlığına yama yapacak bir varlık haline getirir.
Güç, Tutsaklık ve Travmanın Sesi
Miranda’nın kaçırılmasından sonra yaşadığı duygusal dönüşüm, travma sonrası gelişen psikolojik savunmaları yansıtır. Bu süreç, Herman’ın (1992) “travma bağlanması” kavramıyla açıklanabilir: Mağdur, hayatta kalmak adına failin duygularını anlamaya çalışır ya da onunla duygusal bir yakınlık geliştirir.
Ancak Miranda’nın durumunda bu bağlanma hiçbir zaman tam olarak gelişmez. Frederick’in “Sana zarar vermek istemiyorum” gibi sözleri, onu iyi bir sevgili gibi göstermeye çalışsa da gerçekte bu, manipülatif ve pasif bir psikolojik şiddet biçimidir. Şiddet yalnızca fiziksel değil; özgürlüğü kısıtlayarak, konuşmayı engelleyerek, bireyin varoluşunu baskılayarak da uygulanabilir.
Günümüzde Koleksiyonculuk: Modern İlişkilerde Saplantılı Davranışlar
Koleksiyoncu romanı, yazıldığı dönemden bu yana geçen onlarca yıla rağmen günümüzdeki ilişki biçimlerine de ışık tutmaktadır. Özellikle genç yetişkinlerde romantik ilişkilerde görülen kıskançlık, dijital takip, özel alanı ihlal ve ayrılığı kabul etmeme gibi davranışlar sıklıkla “aşk”la karıştırılmaktadır.
Modern ilişkilerde sıkça duyulan “benim olmalısın”, “senden başkasını istememelisin” gibi ifadeler, romantik görünse de özünde bireyin sınırlarını silikleştiren, onu bir tür “ilişki nesnesi”ne indirgeyen bir zihniyetin ürünüdür.
Sonuç ve Tartışma
John Fowles’un Koleksiyoncu romanı, saplantılı aşkın karanlık doğasına ayna tutarken; sevginin yalnızca duygusal bir deneyim değil, aynı zamanda güç, kontrol ve kimlik meseleleriyle de iç içe geçtiğini gözler önüne serer.
Frederick karakteri, bağlanma stilleri, yalnızlık ve öz-değer eksikliğiyle şekillenen, sevgiyi değil sahip olmayı isteyen bir birey profili sunar.
Bu roman bize önemli bir soruyu sordurur:
Gerçekten seviyor muyuz, yoksa sahip olmak mı istiyoruz?
Sağlıklı bir ilişki; bireylerin birbirini nesneleştirmediği, birlikte büyüyebildiği, sınırların saygı gördüğü bir bağ kurma biçimidir. Çünkü gerçek sevgi, bir kafese sığmaz. Sevgi, özgürlük tanır; sahip olmak istemez.
Ve bazen, “aşk” dediğimiz şeyin aslında yalnızca bir tür psikolojik tutsaklık olduğunu kabullenmek, özgürleşmenin ilk adımıdır.