“Alışmak” kelimesi kadar tehlikeli bir şey var mı? İnsan her şeye alışıyor denir ya; belki de en büyük krizimiz, krizlere alışabilmemizdir. Diğer yandan ise; “İnsanoğlu her şeye alışıyor” derler. Belki de bu söz, kulağa bilgece gelmekten çok, içinde derin bir ironi taşıyor. Çünkü alışmak bazen hayatta kalmamızı sağlarken, bazen de bizi sessizleştiriyor.
Asıl soru şu: Krizlere alışmak psikolojik bir uyum mu, yoksa toplumsal uyuşma mı?
Psikolojik Uyumun İşlevi
Psikoloji bize der ki, insan zihni sürekli kriz hâlinde yaşayamaz. Beynimiz, yüksek stres altında sınırsız çalışmaz; kortizol, adrenalin, kaygı… Bunların da bir ömrü vardır. Bu yüzden deprem olur, ilk günlerde panik yaşarız ama sonra yavaş yavaş uyum sağlarız. Ekonomik kriz patlar, markette fiyatlar artar; ilk başta isyan ederiz, sonra “porsiyonu küçültmek de bir çözüm” deyip alışırız.
Bu uyum, bireysel düzeyde bir savunma mekanizmasıdır; ruh sağlığımızı korumak için devreye girer.
Toplumsal Uyuşma Tehlikesi
Ama işin toplumsal boyutu o kadar masum değil. Çünkü orada karşımıza çıkan şey, çoğu zaman “normalleşme” adı verilen bir toplumsal uyuşma hâli oluyor. Yani sorunlar çözülmediği halde biz alışıyoruz, unutuyoruz, kanıksıyoruz. Daha kötüsü, bunu uyum zannediyoruz.
Bir depremi düşünelim. Çadır krizini, dağıtım sorunlarını, koordinasyonsuzluğu… O günlerde sesimiz yükselir. Günler, haftalar geçer; gündem değişir. Eksikler devam etse bile biz susarız. Çünkü zihnimiz yorulmuştur, çünkü bir noktada “idare etmeyi” öğrenmişizdir. İşte bu, bireysel uyumun toplumsal uyuşmaya dönüştüğü ince çizgidir.
Ekonomik Kriz ve Toplumsal Hafıza
Ekonomik kriz de böyle değil mi? Fiyatlar yükselir, geçim derdi ağırlaşır. İlk günler “bu kadar da olmaz” deriz. Sonra alışırız: market sepeti küçülür, kahve evde içilir, tatil “bu sene olmasın” denir. Dayanıklılık, esneklik, uyum gibi sunulur bu hâl.
Oysa belki de adı konmamış bir toplumsal uyuşmadır bu; çünkü köklü sorunları çözmek yerine, yalnızca “idare etmenin” yollarını buluruz.
Psikolojide “alışma” (habituation) diye bir kavram vardır. Sürekli tekrarlanan bir uyarıcıya karşı duyarlılığımız azalır. Sesini duymaya alıştığımız bir tren yolu gibi düşünün; başta rahatsız eder, ama zamanla fark etmemeye başlarız.
İşte toplumsal krizlerde de benzer bir şey oluyor. Sürekli kriz yaşadığımız için zihnimiz tepkiyi kısmaya başlıyor. Bir süre sonra “yeni normali” kabul ediyoruz. Bu, birey için sağlıklı olabilir, ama toplum için büyük bir tehlikedir. Çünkü sorgulama refleksimizi kaybediyoruz.
Uyum ve Uyuşma Arasındaki İnce Çizgi
Psikolojik uyumla toplumsal uyuşma arasındaki farkı görebilmek önemli. Uyum, bireyin ruhsal dengesini yeniden kurmasıdır; faydalıdır, gereklidir. Ama uyuşma, toplumsal hafızanın silinmesi, adalet talebinin kaybolması, suskunluğun yayılmasıdır.
Krizleri yeniden üreten de işte bu suskunluk hâlidir. Toplumsal bellek burada kilit bir noktada duruyor. Hatırladığımız sürece, sorgulamayı da sürdürebiliriz. Ama unuttuğumuzda, krizleri olağan kabul ederiz.
“Zaten hep böyleydi” cümlesi kadar tehlikeli bir uyuşturucu yoktur. Çünkü o an, en olağandışı durum bile “normal” görünmeye başlar.
Normalleşme ve Farkındalık
Şimdi soralım: Krizde normalleşme, sağlıklı bir uyum mu, yoksa uyuşmanın şık bir adı mı? Belki de ikisi birden. İnsan psikolojisi, hayatta kalmak için uyum sağlamak zorundadır. Ama biz bunu toplumsal düzeyde, sorgulamayı bırakacak kadar ileri götürdüğümüzde, işte o zaman krizler hiç bitmez.
Çünkü krizleri sürdüren şey, yalnızca yanlış politikalar değil, aynı zamanda toplumsal uyuşmamızdır.
İşte tam bu noktada farkındalık devreye giriyor. Farkındalık, uyumla uyuşmayı ayırt etmemizi sağlar. Alışabiliriz, ama unutmamak kaydıyla. Yaşayabiliriz, ama sorgulamayı sürdürmek şartıyla. Çünkü unutmak kolaydır, hatırlamaksa cesaret ister. Ve belki de en büyük dönüşüm, hatırlama cesaretinden doğar.
Normalleşmek sözcüğüne de dikkat etmek gerek. Bazı şeylerin normalleşmesi iyidir: güvenin, barışın, adaletin. Ama bazı şeylerin normalleşmesi felakettir: yolsuzluğun, eşitsizliğin, beceriksizliğin. Eğer bunlara normal dersek, o zaman asıl anormallik biziz demektir.
Sonuç
Sonuçta krizlerde normalleşme iki yüzlüdür. Bir yüzü bizi ayakta tutar, diğer yüzü ise bizi sessizleştirir. Belki de en önemli soru şu: Biz gerçekten uyum mu sağlıyoruz, yoksa uyuşuyor muyuz? Cevabı vermek kolay değil.
Ama kesin olan bir şey var: Hatırlamayı, sorgulamayı ve talep etmeyi bıraktığımız anda, kaybeden biz oluruz. Ve hep bilmeliyiz ki;
“Unutmanın kolaylığından değil, hatırlamanın cesaretinden doğar değişim; ve bu cesaret bizde hâlâ var.”


