Bir müzik listesini karıştırırken, onlarca şarkı çalar. Kimi melodisiyle etkiler ama sözleri uzak gelir. Kimi ritmiyle coşturur ama ruhumuza dokunmaz. Bazı şarkılar tanıdık gelir, geçmişi hatırlatır ama tam olarak “şu anki biz” değildir.
Sonra bir şarkı başlar… İlk notadan itibaren içimizde bir şey kıpırdar. Ne analiz etmeye gerek vardır, ne açıklamaya. Sadece hissederiz:
“Aha! Bu tam da beni anlatıyor.”
İşte tam da anlatmak istediğimiz şey budur.
Hayat da tıpkı bu deneyim gibidir. Her gün farklı kimlikleri, rollerimizi, sorumluluklarımızı, ilişkilerimizi, seçimlerimizi “giyip çıkarırız.” Kimi zaman uyum sağlar gibi oluruz, kimi zaman ait hissederiz ama bir eksiklik duygusu içten içe bizi yoklar.
O büyük eksiklik ise bazen sadece tek bir anın içinde kendini gösterir. Planlamadığımız, önceden kurgulamadığımız, dışarıdan bakıldığında sıradan ama içimizde büyük bir karşılaşma yaratan o an…
“Aha! Hayattayım. Bu benim,” dedirten o an…
Çoğu zaman hayatın anlamını büyük hedeflerde, uzun vadeli ideallerde, başkalarının hayranlığını kazanacak başarı hikâyelerinde arıyoruz. Bu arayış doğal. Hepimiz değerli hissetmek, fark edilmek, tamamlanmak istiyoruz.
Ama hayat, sadece büyük tanımların içinde değil. Bazen en çok da küçük, içten, dikkatli anlarda saklı. Ve o anlar öyle nadir değildir aslında; sadece fark edilmeyi bekler.
Bu yazının temel savı şu:
Canlı ve doyumlu bir yaşam, sürekli bir mutluluk hali değildir.
Asıl tat, ara ara belirip içimizde yankı uyandıran “Aha!” anlarının toplamında gizlidir.
Bu anlar; bir kararı kalpten verdiğimizde, birine içtenlikle “hayır” dediğimizde, bir sessizliğin içinde içsel bir gerçeğe temas ettiğimizde ya da ilk defa bir şeyi sadece kendimiz için yaptığımızda belirir.
Dışarıdan bakıldığında basit görünür: bir yürüyüş, bir bakış, bir duraksama… Ama içimizde bir şey yerli yerine oturmuştur.
Açıklamaya gerek yoktur. Onay beklenmez. O an, sadece “olur.” Ve insan aniden hayatla temas ettiğini hisseder. Gerçek, çarpıcı ve sade.
Ama bu anları fark edebilmek için önce kendimize alan açmamız gerekir. İçsel durmayı öğrenmemiz… Çünkü “Aha!” anı dış dünyayı değil, iç dünyamızı dinlerken gelir.
Kimi zaman bir dostla yapılan dürüst bir konuşmada, kimi zaman bir cümlede, bazen de hiçbir şey yapmazken, sadece “orada” olduğumuzda belirir.
Ve o an geldiğinde, her şey birkaç saniyeliğine durur.
Kendimizi yeterli, ait, canlı hissederiz.
Bu his sonsuz değildir ama bizi besler. Gerçeğe dokunmuş olmanın verdiği içsel bir doyumdur bu.
Tıpkı tam bedenimize göre dikilmiş bir kıyafet gibi…
Ne büyük, ne küçük.
Ne başkasının, ne rastgele bir tercih.
Tam bize ait.
Belki de bu yüzden, hayatı sürekli mutlu olma hedefiyle değil; o küçük ama yankısı büyük anları fark etme niyetiyle yaşamak gerek.
Çünkü hayat, yalnızca büyük cevaplarda değil; içten gelen küçük bir “Aha!”nın yankısında gizleniyor olabilir.