Bazı filmleri izlemiyoruz, yaşıyoruz. Çünkü perdeye yansıyan her hikâyede biraz biz varız.
Filmler ve Duygusal Bağlantı
Bazı filmleri izlerken, hikâye bir noktadan sonra bizden bağımsız akmaz. Karakterler konuşur, tartışır, susar… ama o sahnelerde bir yerlerde biz de oluruz.
Ekranda bir çift birbirine kırıldığında içimizde tanıdık bir sızı belirir. Bir başkası affettiğinde, içimizden “keşke ben de öyle yapabilsem” deriz sessizce.
Aslında film, o anda kendi hayatımıza dokunmuştur. Çünkü sinema yalnızca görsel bir deneyim değil, duygusal bağ gibi bir ayna gibidir. Bir karakterin yüzündeki ifade, bize kendi geçmişimizden bir anı hatırlatır.
Bu nedenle bazı sahnelerden kaçamayız. Çünkü karşımızdaki yalnızca bir kurgu değildir; kendi ilişkilerimizin yankısıdır.
Kiminin ses tonunda eski bir tartışmayı duyarız, kiminin bakışında kendi suskunluğumuzu. Sanki karakterler, bizim söyleyemediklerimizi söylemek, yüzleşemediklerimizi göstermek için oradadır. Bir süre sonra perdeyle aramızdaki çizgi silinir; biz onları değil, kendimizi izleriz.
Kendimizi Karakterlerde Bulmak
Bir filmdeki çiftin birbirine yaklaşma biçimi, bizim “nasıl sevilmek isteriz” sorusuna verdiğimiz gizli cevabı ortaya çıkarabilir. Bir başkasının kaygısı, kendi içimizde saklı bir güvensizliği uyandırabilir.
Bazen en çok kızdığımız karakter, içimizde bastırdığımız yanın ta kendisidir. Bazen en çok korumak istediğimiz, kendi incinmiş hâlimiz. İşte o an, fark etmesek de bir yansıtma başlar; kim olduğumuzu, kim olamadığımızı, kim olmak istediğimizi o sahnelerin içine bırakırız.
Filmler bu yüzden güçlüdür: yalnızca duygularımızı değil, ilişkilerdeki gizli kalıplarımızı da görünür kılarlar.
Bir diyalog, ilişkilerde hep aynı noktaya gelip tıkanışımızı fark ettirir.
Bir suskunluk, neden hep sessiz kalmayı seçtiğimizi hatırlatır.
Bir başkasının hikâyesi, kendi şemalarımızın aynasına dönüşür.
İlişki Şemaları ve İçsel Farkındalık
Hepimizin zihninde, çocukluktan beri şekillenen bir “ilişki şeması” vardır. Sevgi nasıl gösterilir, öfke nasıl ifade edilir, kırgınlık nasıl onarılır… Bu yazılı olmayan kurallar, yetişkinlikteki ilişkilerimize taşınır.
Filmler ise bu kalıpları görünür kılar. Bir filmdeki çiftin konuşma biçimi bize tanıdık gelir; çünkü biz de öyle tartışırız. Ya da bir karakterin sevgisini gösterme biçimi bizi rahatsız eder; çünkü geçmişte bizi zorlayan bir bağı hatırlatır.
Bu farkındalık bazen rahatsız edici, bazen de düşündürücüdür. Çünkü o an yalnızca bir filmi değil, kendi iç dünyamızı da izliyoruzdur.
İzleyici olarak aslında pasif değilizdir; her sahnede kendi içsel yorumumuzu yaparız. Bir karakterin neden sustuğunu, neden uzaklaştığını, neden sevdiğini kendi deneyimlerimiz üzerinden anlamlandırırız.
Filmlerin Kalıcı Etkisi
Belki de bu yüzden bazı filmler hayatımız boyunca bizimle kalır. Bir repliği yıllar sonra bile hatırlarız, çünkü o cümle bir noktada bizim dilimizden de dökülmüştür. Bazı karakterleri ise unutmamız mümkün değildir; çünkü bir zamanlar onlardan biri olmuşuzdur.
Filmler, zamanın içinden geçerken bize kendimizi hatırlatan bir sanat formudur. Bir sahneye bu kadar yoğun tepki vermemizin nedeni, o hikâyenin bizde bastırılmış bir duyguyu uyandırmasıdır.
Filmdeki bir ayrılık sahnesi, geçmişte kapanmamış bir yarayı hatırlatır; bir barışma anı ise özlemini çektiğimiz bir anlayışı ortaya çıkarır.
Işıklar Yandığında
Belki de en çok bu yüzden seviyoruz o hikâyeleri. Çünkü onlar bize bir başkasının değil, kendi ilişkimizin perdesini açıyor.
Film bittiğinde ışıklar yanar ama içimizde bir yer hâlâ karanlıktır.
“Ben olsaydım ne derdim?”
“Ben olsaydım kalır mıydım, gider miydim?”
O soruların cevabı her seferinde değişir ama bir şey sabit kalır:
Ekranda kim olursa olsun, biz hep biraz oradayızdır.
Kimi zaman seyrederken, kimi zaman susarken, kimi zaman sadece içimizden “evet, tam öyle” derken…
Filmler geçer, jenerik biter, ama biz kendi sahnemizin içinde kalırız.
Belki de bu yüzden sinema, yalnızca izlediğimiz değil, hissettiğimiz bir şeydir.
Ve her film, bir şekilde bizi bize anlatan bir aynadır.


