Bazı bağlar, kalpten değil korkudan doğar. Bu cümle, Stockholm Sendromunun psikolojik mekanizmasını en sade haliyle özetler. 1973 yılında İsveç’in Stockholm kentinde gerçekleşen bir banka soygunu sırasında rehin alınan dört kişinin, altı gün boyunca kendilerini esir tutan kişilere karşı geliştirdiği duygusal bağlılık, psikoloji literatürüne adını bırakacak bir sendroma dönüştü: Stockholm Sendromu. Bugün bu kavram sadece rehin durumlarıyla sınırlı değil. Toplumsal ilişkilerde, duygusal bağlılıklarda, hatta bazen siyasi figürlere olan irrasyonel sadakatte bile bu sendromun izlerini görmek mümkün.
Travma Bağı: Stockholm Sendromunun Kökeni
Stockholm Sendromu, klasik anlamıyla mağdurun, kendisini tehdit eden kişiye karşı duygusal bir bağlılık geliştirmesidir. Bunun ardındaki psikolojik süreç oldukça karmaşıktır: Hayatta kalma içgüdüsüyle birlikte travma anında saldırganla kurulan bir tür “sahte güven” ilişkisi, zamanla minnettarlığa ve savunmaya dönüşebilir. Beyin, çaresizlik hissini bir bağlanma biçimiyle “düzenlemeye” çalışır.
Bu psikolojik mekanizma, yalnızca fiziksel esaret durumlarında değil, duygusal psikolojik manipülasyonun olduğu ilişkilerde de devreye girebilir. Toksik bir ilişkide partnerine sürekli kötü davranan, aşağılayan veya kontrol eden biri, zaman zaman gösterdiği küçük “iyiliklerle” mağdurun zihninde çarpıtılmış bir şefkat imajı oluşturabilir. Ve mağdur, bu nadir iyiliklere tutunarak içinde bulunduğu durumu normalleştirebilir. İşte burada Stockholm Sendromu, bir hayatta kalma refleksinden bir ilişki biçimine evrilir.
Modern Toplumda Görünmeyen Esaretler
Bugünün dünyasında Stockholm Sendromu yalnızca bireysel ilişkilerle sınırlı değil. Çalışanların, mobbing yapan bir yöneticiye “Onun baskısı olmasa bu kadar başarılı olamazdım” diyerek duyduğu sadakat ya da politik liderlerin açık psikolojik manipülasyonlarına rağmen seçmenlerinin gösterdiği körü körüne bağlılık da bu sendromun sosyopolitik yansımalarına örnek olabilir.
Geçtiğimiz aylarda kamuoyunu sarsan, genç bir kadının kendisine şiddet uygulayan nişanlısını savunmasıyla gündeme gelen dava, bu sendromun ülkemizde de ne kadar görünmez ama yaygın olduğunu hatırlattı. “Beni çok seviyor, sadece sinirlendiğinde böyle oluyor” cümlesi, bu döngünün en tehlikeli tuzağıdır. Çünkü saldırganın davranışı rasyonalize edilir, mağdurun hayatta kalmak için geliştirdiği travma bağı ise sadakat sanılır.
Empati mi, Korkunun Dili mi?
Stockholm Sendromunu anlamak, kurbanı suçlamaktan değil; sistemik psikolojik manipülasyonun psikolojik alt yapısını çözümlemekten geçer. Bu sendromun gelişmesinde mağdurun geçmiş travmaları, düşük özsaygı, yalnızlık gibi faktörler de etkilidir. Travma bağı, bir çeşit “dijital çağ romantizmi”ne bile dönüşebilir. Dizilerde, filmlerde “kötü ama karizmatik” karakterlere duyulan hayranlık, kurbanın saldırganı yüceltmesinin kültürel izdüşümüdür.
Stockholm Sendromunu Aşmak: Farkındalık ve Destek
Bu döngüyü kırmak için farkındalık, en güçlü anahtardır. Stockholm Sendromu yaşayan biri, genellikle durumunun farkında değildir. Terapi, güvenli sosyal çevre ve profesyonel destek, mağdurun gerçek bağların ne olduğunu yeniden öğrenmesini sağlar.
Toplumsal olarak da üzerimize düşen görevler var. Medyada, eğitimde, dizilerde “acı çekerek bağ kurma” temasını romantize etmek yerine, sağlıklı ilişki dinamiklerini ön plana çıkarmak gerekiyor. Çünkü her bağ, sevgiye dayanmaz; bazıları sadece hayatta kalma çabasıdır.
Popüler Kültürde Stockholm Sendromu: La Casa de Papel
La Casa de Papel dizisi, Stockholm Sendromunu popüler kültürde en belirgin şekilde ele alan örneklerden biridir. Diziye adını veren ve karakterlerden biri olan Stockholm, aslında Monica Gaztambide karakterinin ismini aldığı bir takma addır. Monica, dizinin başında bir banka soyguncuları tarafından rehin alınırken, zamanla soygunculardan biri olan Denver’a duygusal bir bağ geliştirmeye başlar. Başlangıçta, bir mağdur olarak kurban olduğu bu durum, kısa süre içinde, Stockholm Sendromunun psikolojik mekanizmaları doğrultusunda bir tür sevgiye dönüşür.
Monica’nın Denver’a karşı duyduğu hisler, travma bağının, hayatta kalma içgüdüsüyle birleşen karmaşık bir dinamik olduğunu gösterir. Rehineler, korku ve çaresizlik içinde olduklarında, bazen duygusal olarak faille empati kurabilirler ve kendilerini ona daha yakın hissedebilirler. Bu tür bir bağlanma, tutsaklık durumunun bir sonucu olarak gelişir ve gerçek sevgi ile karıştırılabilir. Monica’nın Stockholm adını alması, bu durumu somutlaştıran bir semboldür.
“La Casa de Papel dizisinde, Monica’nın Stockholm olarak adlandırılmasının ardında, Stockholm Sendromunun dinamikleri ve duygusal bağımlılığı yatmaktadır. Bu, kurbanın, zorlu ve travmatik bir durumun ardından faille geliştirdiği karmaşık bağları anlamamıza yardımcı olur.”
Sonuç
Stockholm Sendromu, kurbanın zihin haritasında yaşadığı bir yön kaybıdır. Sevgiye benzer ama değildir. Bir gülümsemenin ardına saklanan bir korkunun, bir merhamet gibi görünen tehdidin adıdır. Bunu anlamak, sadece bireyleri değil, toplumları da iyileştirebilir.
Kaynakça
- Güncel Medya Örnekleri (2023–2024).
- DSM-5 (Amerikan Psikiyatri Birliği, 2013).
- Namnyak, M., Tufton, N., Szekely, R., Toal, M., Worboys, S., & Sampson, E. (2008).