Antik Yunan’da sorunu olmayan, sorunlarından arınmış kişileri tanımlama amacıyla kullanılmaya başlanmış acedia kavramı. Yine aynı dönemde politika hakkında konuşmanın aristokratik yaşam tarzının gerekliliği, kültürün bir parçasıyken apolitik insanlara yönelik aşağılayıcı bir tutumla dilde yerini bulmuş. Homeros ise İlyada’sında savaş alanında ölüme ve şiddete hissizleşen askerler için kullanmış. Bazı tartışmalarda ise antik çağlarda bile acedia’nın melankoli ve depresyonla eşanlamlı kullanıldığı savunulmuştur.
Umursamaz insanları tanımlamak için kullanılan aşağılama içerikli kelime, erken Hristiyanlık döneminde “Tembellik” (Sloth) ile birlikte görülerek 7 ölümcül günahtan biri sayıldı. Hayatını kiliseye ve inancının gerekliliklerine adayan rahip, rahibe ve keşişlerin tükenmişlik sendromu olarak görüldü. Bu sendroma yakalanan kişiler çalışma, ibadet etme ve yaşama motivasyonlarını kaybediyor ve sıklıkla zamanın ne kadar yavaş aktığından rahatsızlıklarını dile getiriyor ama bir meşguliyet yaratmaktan da uzak duruyorlardı. Çevresine müdahil olup etkileşim kurmayı ve kendiyle ilgili maddi-manevi arayışlardan uzaklaşmış bireyin Öğle Şeytanı’nın (Noonday Demon) etkisi altına girildiğine inanılırdı. Bu şeytan, kişilerin amaç ve bağlılıklarına yönelik davranışlarının gereksizliğine dair kuşkularla insana saldırıp Tanrı’yla olan bağlarını kopartmaya çalışırdı. Çalışma ve ibadet etmekten uzaklaşan kişiler kilise hayatı için büyük bir tehditken Hristiyanlık bunu Tanrı’ya bir başkaldırı olarak değil insanın kalbinin kararması olarak görmüştür. Cioran bu durumu “Tanrıdan tiksinme değil; Tanrıdan sıkılma” olarak tanımlar.
Modern çağda ise Albert Camus ve Jean-Paul Sartre gibi varoluşçu filozoflar tarafından merceğe alınmış, içeriğindeki anlamına farklı bir pencereden bakılmıştır. İnsanın anlam arayışı ile varlığını sürdürürken karşılaşacağı anlamsızlığı bir tehlike değil, kaçınılmaz bir sonuç olarak görmüştür Albert Camus. Yabancı kitabında kahramanının bu anlamsızlıkla baş edemeyişini konu edinir. Anlamın olmayışı mücadelenin, isteğin ve acının dahi içini boşaltan bir süreç olmuştur. İsimsiz kahramanımız hayatı deneyimlemekten uzaklaşıp “hayatı izleme” yolunda ilerlemiştir. Özgürlüğün getirdiği seçim yapma olanağından vazgeçen karakter, hayatın duygusal sorumluluğundan da kurtulmuştur. Bu da onu, başına gelecek acı veya tatlı deneyimler konusunda kontrolü eline almayı gereksiz gördüğü resmi ortaya çıkarıyor. Zeki Demirkubuz’un 2001 yapımı olan ve Camus’un kitabından esinlenerek yazıp yönettiği Yazgı filminde iradesini kullanmayı reddeden karaktere, geleceğini ilgilendiren önemli sorularda bile sık sık söylettiği “Fark etmez” cevabıyla acedia ruh halini bize somut olarak gösterir.
Benzer karakteristik yapılanmayla İvan Gonçarov’un Oblomov kitabında karşılaşıyoruz. Hayal dünyası geniş olan, planlarını sürekli kafasında tasarlayan ama bunları yapmamak için de binbir türlü sebep bulan Oblomov tüm gününü yarı yatar bir halde geçirir. İçerisinde yaşadığı toplumun davranışlarını samimiyetsiz ve sinsi olarak tanımlar ama alternatif yaşam biçimi üretmek konusunda da başarısız olur hep. Ailesinin sahip olduğu çiftliğin gelirleriyle hayatını sürdürüp üretime katkıda bulunmayan derebeylik Rusya’sının temsili sayılan Oblomov; Rusya komünist devriminin öncüleri olan Stalin ve Lenin tarafından komünizmin en büyük düşmanı olarak görüldü. Böylece “oblomovluk” Rus toplumu tarafından tembel insanları tanımlamak için sık kullanılan bir kavram haline geldi. Oblomov ise kendini şu sözlerle savunur: “… Hayat amma da hayat ha. Ne bulabilir insan orada? Fikir meseleleri mi var, duygu meseleleri mi var? Bu hayatın bir ekseni yok: derin, hayati hiçbir yanı yok.”
İnsanın uğraş eksikliğinden, az çalışması, az konuşması, az sevmesi ve çokça pasifliğinden rahatsız olmayı bekleriz. Böyle yaşayan birini gördüğümüzde üzülmeyi de eksik etmeyiz tabii ama o kişiden Tanrı’nın ve toplumun nefret etmesi bu durumu ölümcül bir günah haline getirdi. İnsanın beceriksizliği olarak görenler de oldu, şımarıklık diyenler de. Modern psikolojinin yaygınlaşmasıyla depresyon veya en hafifinden depresif bir gösterge olarak değerlendirildi. Becerikli, hayatı anlayan, yaşamın hazırladığı sorulara kolaylıkla cevaplar üretebilen ve hayatın anlamını bulduğunu iddia eden insanın saplanmayacağı bir bataklıktı elbette bu.
Anlamsızlığıın, boşluğun, cevapsızlığın pasifize edici ağırlığı bireyi kendisi ve çevresi hakkında negatif duygulara sürüklemesini bir lanet olarak görmekten bir anlığına vazgeçelim ve acedia’nın etimolojik kökenine geri dönelim. Sorunu ve sorumluluğu olmayan insan; hayatı hareket etmeye ve mücadele etmeye değer bulmaz. Hayatın içini boşaltmaktan ve özgürlüğünü geri iade etmekten çekinmeyen kişi, hayatın nesnel değerlerini görememiş veya görse bile yeterince ikna edici bulamamıştır. İnsanın anlam arayışı içerisinde yüzeysel ve fazlasıyla sık kullanılan basmakalıp cevaplardan tatmin olmamanın sonucunda karşılaştığı yerçekimsiz ortamı insan ruhunun köşelerinden birisi olarak kabul edip zıddı olabilecek diğer köşeye geçelim. Anlamlı, cevaplara hâkim, sorumluluklarının farkında ve sorunu (mücadelesi) olan insana yakından bakalım ama nasıl ki acedia anlamsızlığıın ve boşluğun yoğunlaşmasıysa, duygusal zıtlık arayışımızda köşemizi anlamın ve varlığın yoğunlaşması olarak inceleyeceğiz.
Anlam; bir sebep, yaşamın yürütecidir. Tekil bir sebebin yoğunlaşması ve yaşamın tüm tabanlarına yayılması kişiyi tek yönlü kılıp alternatif duygusal deneyimler yaşamaktan uzaklaştırır. Ayrıca yaşama amacına odaklanıp bu amacı gerçekleştirme yolunda ilerlediğini kendine göstermek isteyecektir. Bunu yapabilmek için de amacına yeterince ulaşmadığını kendisine hatırlatması gerekecektir. Bu da yaşama amacı olarak belirlediği kavram veya olgunun eksikliğini sık sık hissetmesiyle gerçekleştirilebilir. Sonuç olarak karşımıza, hayatı boyunca aradığı kavramı yaşamının tam ortasına koymasına rağmen onsuz bir hayat sürdürme resmi çıkıyor.
Diğer alternatif ise çoğul sebeplerin yaşamın yürütülmesinde etkin rol almasıdır. Burada ise kişi sebep ve anlamları, bütün eylem ve eğilimlerinin altını doldurmak için kullanır. Seçimlerinin salt istek olmayıp; hayatına değer katacak, fayda sağlayacak veya çevresinin beklentisine cevap vermeye yarayacak anlamlı adımlar olduğuna inanır. Bunu yapmaktaki amacı hiç şüphesiz yürüyüşünü güçlendirmek, darbe olmayı zorlaştırmak, geri dönmeyi veya pes etmeyi zorlaştırmaktır. Bir anlamda isteklerini kendisi için zorunlu kılar. Bu da yaşamın, özgürlüğün pratize edildiği bir alan olmaklıktan çıkarır.
Acedia’yı duygusal karşıtıyla düşününce bu kavramın aslında bireylerin hayatında duygusal dengeyi sağlamaları açısından çok değerli olduğunu görebiliyoruz. Hayatımızda anlamsal olarak doluluğun karşısında boşluğa sahip olmak, hareket edebilmemizi kolaylaştırır. İçeriği ve yükü dolayısıyla ağırlaşan bireyi acedia kurtarır. Gereklilik olarak gördüğü eylemlerin dozunun veya içeriğinin azalmasına sebep olacak anlamsal boşluğa rağmen yaşamın değerinin azalmadığıyla karşılaşmak; bireyi geçmiş ve gelecek adımlarını daha fazla sahiplenmeye, dolayısıyla yaşamla daha samimi bir ilişki kurmaya yardımcı olur.