Bazı insanlar vardır; bir sofrada, bir yürüyüşte, kalabalık bir odada ya da bir telefon konuşmasında, kendisi bile fark etmeden kendini dinleyici koltuğuna oturtulmuş olarak bulur. Kimse çağırmamıştır onları o koltuğa; kendiliğinden oraya adeta atanmış olarak bulurlar kendilerini. Birinin sesi çatallanır, biri içini dökmek ister, biri dağınık bir cümle kurar, biri yalnızca susar… Dinleyen kişi, sanki görünmez bir işaret almış gibi hemen o boşluğu doldurur. Sözler karşıdan akar, duygular onlarda yankı bulur. Fakat bu sessiz görev, dışarıdan zarif bir sabır gibi görünse de içte yavaş yavaş bir görünmez yorgunluk biriktiren bir konumdur da. Çünkü hep dinlemenin; bir süre sonra kendi sesini duyamamaya başlamak ile sonuçlanması kaçınılmaz gibidir.
Dinlemek, yalnızca kulakla yapılan bir hareket değildir. Yüz ifadelerindeki küçük değişimleri takip etmeyi, ses tonundaki titremeyi sezebilmeyi, omuzların bir anda düştüğü o küçük anı fark etmeyi gerektirir. Bu fark ediş, aslında bir ayarlanma hâlidir; karşındaki insanın duygusal frekansına uyum sağlamak. Bazen bu uyum kendini incelikli bir sıcaklık olarak hissettirir; bazen de sessiz, görünmez bir bıkkınlık yaratır. Çünkü dinleyen kişi, kendi ritmini geri çekip karşısındakinin ritmine göre nefes almaya başlar. Bu da zamanla hem zihni hem bedeni inceltir. Karşındakinin yükünü hafifletirken, kendi iç alanında ağırlıklar birikmeye başlar.
Hep dinleyen taraf olmak çoğu zaman yetişkinlikte öğrenilen bir rol olmaktan ziyade; çocuklukta yazılır bu rol zihne. Evdeki tansiyonu sezerek, birinin öfkesini dengeleyerek, kardeşlerin arasında arabulucu olarak büyüyen çocuklar, ilişkilerde kendiliğinden bu sessiz vazifeyi üstlenir. “Sakin olan çocuk”, “duyarlı çocuk”, “idare eden çocuk”… Bu tanımlar dışarıdan övgü gibi görünür ama içeride tarifsiz bir gerilmeye işaret eder. Çünkü bu çocuk, kendi duygusunun tonunu duymadan, başkalarının duygularını taşımayı öğrenmiştir.
Yetişkinliğe geldiğinde ise bazı insanlar onu doğal bir duygusal depo gibi görür. Herkes anlatır; o toplar. Herkes döker; o doldurur. Herkes rahatlar; o sıkışır. Bu döngü uzun sürdüğünde dinleyenin içinde sessiz bir soru belirir: “Ben neredeyim?”
İşte bu soru, dışarıdan duyulmayan bir çığlık gibidir. Çünkü hep dinleyen kişi çoğu zaman güçlü görünür; sabırlıdır, anlayışlıdır, yargılamaz, doğru zamanda doğru ifadeleri bulur. Fakat bu görünüşün altında, zaman zaman kimsenin fark etmediği bir tükenmişlik büyür. İnsan sürekli başkalarının hikâyesini dinlediğinde kendi hikâyesini sessize alır. Kendi acısını susturur, kendi yorgunluğunu erteleyerek yaşar. Bir noktadan sonra bu erteleme, içsel bir yalnızlığa dönüşür. Dışarıdan bakıldığında çevresi doludur; içeriden bakıldığında ise hiç kimseyle temas etmiyormuş gibi hissedebilir.
Dinleyenin duyulma arzusu genellikle sözlerle ifade edilmez. Bu arzu; yüzündeki hafif düşüş, omuzlarındaki durgunluk, gözlerinde beliren yorgun bir boşlukla kendini belli eder. Fakat ironik bir şekilde, hep dinleyenlerin sözsüz sinyalleri çoğu zaman fark edilmez; çünkü onlar görünmez bir güç alanı yayar. Güçlü oldukları varsayılır. İyi oldukları düşünülür. Dayanabilecekleri zannedilir. Bu da onların en incinen yeridir: “Benim de yorulduğumu kim görecek?”
Görünmemek, duyulmamak, anlaşılmamak… Tüm bunlar sesli bir yakınmadan değil, sessiz bir kapanmadan anlaşılır. İnsanlar hâlâ konuşur; dinleyen hâlâ dinler. Fakat içeride bir ritim bozulur.
Bu ritim bozulduğunda, hep dinleyen kişi içten içe geri çekilmeye başlar. Konuşmalar devam eder ama temas kaybolur; bakışlar sürer ama anlam çözülür. Bir zamanlar karşısındaki insanın nefes alışını bile sezebilen kişi, artık aynı nefes ritmine ayak uyduramaz. Yorgun empati, duygusal mesafeye dönüşür. Bu mesafe bazen kimsenin fark etmediği kadar sessiz olur; bazen de ilişkide görünmez çatlaklar yaratır. İnsan hâlâ oradadır, ama artık orada değildir.
Yine de bütün bu tablo, dinlemenin kendisinin yorucu olduğu ya da bir sorun ihtiva ettiği anlamına gelmez. Asıl yoran, dinlerken kendini bırakmaktır. Kendi duygularını kenara çekip başkalarının duygularına alan açmak, fakat kimsenin o alanı geri doldurmamasıdır. Dinlemek, aslında ilişkisel bir ritimdir; iki kişi de o ritme dahil olduğunda besleyici olur. Tek taraflı olduğunda ise sessizce tüketir.
Bu konuda değişim, kendini yeniden duymaya izin vermekle başlar. Dinleyen kişi, kendi iç sesinin yumuşak titreşimini fark etmeye başladığında, yıllardır bastırdığı alanı geri kazanır. Bu bazen yalnız bir yürüyüşte, bazen bir kitabın arasında, bazen kalbini zorlayan küçük bir gözyaşında belirir. İnsan, önce kendi iç sesini duyduğunda başkalarını duymaya yeniden güç bulur. Çünkü gerçek dinleme, kendinden vazgeçerek değil, kendine dönerek mümkün olur.
Belki de hep dinleyenlerin en çok ihtiyacı olan şey şudur: Kendilerini de dinlemeleri için bir alan. Biri onlara “Sen nasılsın?” diye sorduğunda afallamalarının sebebi, cevaplarının olmaması değil; kendilerine o soruyu hiç sormamış olmalarıdır. Ve gün gelir, bu soruyu kendine sormak bir cesaret hâline dönüşür.
Sonunda belki de hikâye şöyle özetlenebilir:
İnsan yaptığı sadece başkalarını dinlemek iken yorulur; kendini dinlemeye başladığında ise eğer varsa bile başkalarını dinlemenin verdiği yük mesele olmamaya başlar.


