Sabah kahvenizi yudumlarken akıllı telefonunuzun ekranına düşen haber başlıkları… Bir yanda dünyanın bir ucundaki sel felaketi, diğer yanda acımasız bir cinayet, biraz aşağıda ise açlıktan ölmek üzere olan çocuklar. Bir zamanlar bir çocuğun ağlaması içimizi burkardı. Televizyonda izlediğimiz bir dram, içimizde bir sızı bırakır; birkaç saniyeliğine de olsa başka birinin acısını yüreğimizde taşırdık. O zamanlar acı, ekran ile aramıza mesafe koyamazdı. Göz gördüğünü hisseder, kalp ona karşılık verirdi.
Bugün ise bambaşka bir çağdayız. Eskiden midemizi burkan, gözlerimizi dolduran bu manzaralar, şimdilerde sadece “bir başka gün” yaşanmış sıradan olaylar gibi gelmiyor mu? Birkaç saniye duruyoruz belki, sonra başparmağımız ekranda usulca yukarı kayıyor. Bir sonraki içeriğe geçiyoruz. Bir sonraki trajediye, bir sonraki habere… Görüyoruz, anlıyoruz ama hissetmiyoruz.
Peki, neden? Neden artık hiçbir şey bizi sarsmıyor? Neden acının büyüklüğüyle duygumuz ters orantılı hale geldi? Neden duyarlılık bir lüks, empati bir yük gibi görünmeye başladı?
İşte bu hissizleşme, psikolojide giderek daha fazla konuşulan bir kavramın, empati yorgunluğunun ta kendisi.
Empati, en basit tanımıyla, başkalarının duygularını anlama ve paylaşma yeteneğimizdir. Bizi insan yapan, toplumsal bağlarımızı güçlendiren, iyiliğin ve dayanışmanın temelini oluşturan en güçlü duygusal kaslarımızdan biridir. Ancak günümüz dünyası, bu kası hiç olmadığı kadar zorluyor. Bilgi çağının getirdiği kesintisiz haber akışı, sosyal medyanın yarattığı sürekli bir “trajediler geçidi”, dünyanın dört bir yanından gelen acı ve kaosun aralıksız bombardımanı, empati kapasitemizi aşan bir yüke dönüştü.
Peki, bu durum bizde ne gibi etkiler yaratıyor? En belirgin sonuçlarından biri duygusal uyuşma. Sürekli maruz kaldığımız acı dolu görüntüler ve hikâyeler, beynimizin bu travmatik girdilere karşı bir tür savunma mekanizması geliştirmesine yol açıyor. Tıpkı yüksek sesli bir ortamda kulağımızın bir süre sonra sesi filtrelemesi gibi, beynimiz de duygusal yükü hafifletmek için empati devrelerini kapatmaya başlıyor. Artık bir felaket haberi gördüğümüzde içimiz cız etmiyor, bir haksızlığa tanık olduğumuzda öfkelenmek yerine omuz silkiyoruz. Bu, vicdanımızın köreldiği anlamına gelmiyor; sadece psikolojik bir kendini koruma biçimi.
Bir diğer önemli etki ise yardım etme isteksizliği. Empati yorgunluğu yaşayan bireyler, dünyadaki sorunların büyüklüğü karşısında kendilerini çaresiz hissedebilirler. “Ben ne yapabilirim ki?” düşüncesi, aktif olarak yardım etme, bağış yapma veya değişim için çabalama motivasyonunu kırar. Bu durum, bireysel eylemlerin önemsizleştiği, kolektif bir umutsuzluk hali yaratır. Sanki tüm bu acılar o kadar büyük ki, bizim küçük katkılarımız bir hiçmiş gibi algılanır.
Empati yorgunluğunun altında yatan birkaç temel sebep var. Birincisi, bilginin aşırı yüklenmesi (information overload). İnternet ve sosyal medya sayesinde saniyeler içinde dünyanın her yerinden haberlere ulaşabiliyoruz. Bu, sadece olumsuz haberleri değil, aynı zamanda olumlu gelişmeleri de hızla tüketmemize neden oluyor. Beynimiz bu kadar çok veriyi işleyemediğinde, kendini kapatma eğilimine giriyor.
İkincisi, travma pornografisi. Paul Slovic (2007), “istatistiksel kurban etkisi” olarak adlandırdığı olguda, tek bir insanın acısına daha güçlü tepki verirken sayı arttıkça hissiyatın azaldığını ortaya koymuştur. Örneğin; bir çocuğun acıklı hikâyesi bizi harekete geçirirken, binlerce insanın ölüm haberi karşısında donakalırız ve zihnimiz için bu sindirilebilir bir şey değildir. Empati sayılar karşısında geri çekilir. Başka bir deyişle, acı çoğaldıkça hissi azalır. Medya bunu hızlandırır. Felaketlerin hikâyeye değil, tıklanabilirliğe dönüştüğü bu çağda travmalar haber değil, içerik olur. Katliamlar, ölüm anları, istismarlar… Her şey kamerada, her şey erişilebilir ve tekrar tekrar izlenebilir. Bu da travmayı bir “tüketim malzemesi”ne dönüştürüyor. Susan Moeller (1999), medya yoluyla yayılan bu içeriklerin zamanla toplumsal bağışıklık yarattığını ifade eder. Bu travma pornografisine evrilir. Travma pornografisi, başkasının acısını merakla izleme hâlini tanımlar. Amaç empati değil; merak, şok hatta tatmindir. Bu tür içerikler hem kurbanın insanlığını silikleştirir hem de izleyiciyi duyarsızlaştırır. Yavaş yavaş bu acı içerikler sıradanlaşır ve sonunda hiçbir şeye şaşırmaz hâle geliriz. Acı, izlenir, geçilir ve kaydırılır.
Üçüncüsü ise duyarsızlaştırma (desensitization). Şiddet, acı ve trajedinin sürekli tekrar eden görüntülerine maruz kalmak, bizi bu olaylara karşı duyarsızlaştırır. Bir zamanlar şok edici gelen şeyler artık kanıksanır hâle gelir. Bu durumun toplumsal yansımaları da oldukça ciddidir. Empati yorgunluğu, kutuplaşmayı derinleştirebilir. Başkalarının acısına duyarsızlaşan toplumlar, farklılıklara karşı daha hoşgörüsüz olabilir, empati eksikliği toplumsal gruplar arası çatışmaları körükleyebilir. Ayrıca, eylemsizliğe yol açar. İnsanlar, sorunlara karşı umursamaz bir tavır takındıkça, sosyal değişim ve adalet arayışı zayıflar. Bu da, mevcut sorunların daha da büyümesine olanak tanır.
Yeniden Hisseden Toplum Mümkün mü?
Empati yorgunluğuyla mücadele etmek için atabileceğimiz adımlar var:
- Bilgi tüketimimizi bilinçli şekilde yönetmek zorundayız. Haberleri sürekli takip etmek yerine, belirli zaman dilimlerinde ve güvenilir kaynaklardan bilgi almak önemli.
- Kendimize sınırlar koymalıyız. Her trajedinin yükünü omuzlamak zorunda değiliz. Duygusal sağlığımızı korumak adına belirli haberleri görmezden gelmek veya belirli konulara ara vermek bir bencillik değil, bir gerekliliktir.
- Odaklanmak ve eyleme geçmek. Dünya üzerindeki tüm sorunları çözemeyiz, ama küçük ölçekte de olsa bir fark yaratabiliriz. Yakın çevremizdeki ihtiyaç sahiplerine yardım etmek, yerel bir STK’ya destek olmak veya ilgi alanımıza giren bir konuda gönüllü olmak, çaresizlik hissini azaltabilir.
- Duygusal okuryazarlığımızı artırmalıyız. Kendi duygularımızı anlamak ve ifade etmek, başkalarının duygularını anlamanın ilk adımıdır. Empati, tıpkı bir kas gibi kullanıldıkça gelişir.
Bir Daha Kaydırmadan Önce Durur Musun?
Her gün önünden kayıp giden o haber görüntüsünü hatırla. Belki yıkılmış bir evdi, belki gözyaşları içindeki bir çocuk. Gözlerin gördü ama parmağın kaydırdı. Belki dayanamadın, belki alıştın. Ama bir an için, o kaydırma hareketinden önce durabilir misin?
Dur ve düşün. Bu kadar acıya neden alıştık? Empatimizin sınırları neden bu kadar daraldı?
Gördüğün, sadece ekranında beliren bir fotoğraf değil; yaşamın parçalanmış hâliydi. Ve o yaşamlar, yalnızca hissedilmek istiyor. Kurtarılmak değil belki, ama görülmek, duyulmak, tanıklık edilmek…
Bu çağ, bizi duyarsızlığa çağırıyor olabilir. Ama biz, insan kalmayı seçebiliriz.
Empati, sonsuz bir kaynak değil; doğru kullanıldığında yeniden üretilebilen bir yeti. Duyarsızlaşmak kaçınılmaz değil. Bilinçli olmak, yavaşlamak, seçici olmak elimizde.
Bir sonraki acı haber geldiğinde, hemen kaydırma. Dur, bak, hisset.
Ve unutma: Empati hâlâ burada.
Sadece sessizliğe gömüldü.
Onu tekrar uyandırabilecek cesaretin var mı?