Mirastan Kalanlar Ne Barındırıyor?
Biraz acır sonra geçer. Bir gün bugünlere güleceksin. Bu acı da ne ki, insanların ne dertleri var…
Nesilden nesile bizlere söylenen cümlelerden birileri. Acıyı normalleştiren travma ise hayatının sanki bir parçasıymış gibi bize zorla kabul ettiren sözlerden birkaçı. Oysaki acı, can yakan deneyimler, kırgınlıklar, ağlamakla boğulmalar ve travmalar normal kavramına girmez. Fakat onların da normalleşen, zaman ile şekli değişen yönleri vardır. Acı dönüşür, biçim değiştirir ve bambaşka bir duyguya akar. Ama bazen biraz sabır ve öz şefkat gerekir.
Evet, belki bir zamanlar ağladığımıza bugün güleriz ama bu demek değil ki artık canımızı yakmıyor. Belki de hâlâ bir yerlerde sızlıyor ama artık o yolun içinden geçip dönüşmüşüzdür. Bu dönüşümü ise bakış açımızı değiştirmeye bir vesile oldu. Belki de tam bu yüzden de artık üzülmek yerine o anın bazı detayları bize komik gelmeye başlar. Aslında biz yaşadıklarımıza değil o sıradaki naifliğimize, duygularımızın saflığına ve o anda gelecekteki o kırılmış halimizi bilmediğimize gülüyoruz.
Şifaya Uzayan Yol: Duygu Evrimi
“Gecenin biriydi. Duvardaki saatin sesi bir melodi gibi odanın her köşesine dolduruyordu. Akrep ve yelkovan her hareket ettiğinde bugüne kadar vefat olan eşimle yaşadığım parça parça olmuş hatıralarımı canlandırıp zihnimde yankılıyordum. Aniden aklıma beni eskiden çok üzen bir an geldi. Ben çok tutumluyum biliyorsunuzdur. Onunla her alışverişe çıktığımızda alma dediğim ürünleri fazlasıyla alırdı. Ben de buna çok kızardım ve kendimi çok ötelenmiş bir eş rolünde hissederdim. İlk kez o günleri hatırladığımda ağlamak yerine güldüm biliyor musunuz? Pek de garipti…”
Bazen sırf duygularımızla uğraşmamak için korkar kaçarız. Tıpkı karın soğukluğunu hissetmemek adına evde kalmak gibi. İnkârda olmak sanki daha güvenli hissettiriyor değil mi? Peki oturup hiç şöyle düşündük mü: Belki de o anların acısını hissetmeden bir gün dönüp o ana görebilmemiz mümkün değildir? Nasıl ki karın üstüne yürümeden şelaleye ulaşamıyorsak, acıya dokunmadan da şifaya varamıyoruz.
Bir zaman bize çok ağır gelen öyküler aniden hafifler, şeklini değiştirir. Kimileri buna alışmak der, kimileri de savunma mekanizması. Ben ise ona duygu evrimi diyorum. Örneğin soğuk kışın karı kemiklerimize kadar işler, içimizi titretir ama zaman geçer, güneşin sıcaklığı karla buluşunca o kar kocaman bir şelaleye dönüşür. Bizi üşüten şimdi bizim hayatta kalma kaynağımız oldu.
Evet, duyguların şekli değişiyor ama bazen değişmeyebilir. “Hep bu acıyla mı yaşayacağım? Hep o şarkıyı dinlerken ağlayacak mıyım böyle?” İnsanoğlu ne kadar çok insan olmaktan korkuyor değil mi? Gerçek şu ki, insanoğlu kırılır, hatırlar, ağlar, düşer, kalkar, güler, bazen de unutur… Bizi insan kılan duygularımızdır. Onları ne kadar bastırırsak bir o kadar da başka yerlerden çıkar. Kendini hatırlatır. Kimse hep mutlu olacaksın diye bize söz vermedi. Aynı şekilde de ömür boyu mutsuz olursun da söylenmedi. Hayat inişli çıkışlı. Hayatın evreleri de öyle: yas bazen bir üzüntü, bazen bir pişmanlık, sızlayan, özlemle dolu uykusuz geceler, bazen ise bir gülüştür.
Hayat İniş Çıkışlı… Peki İnişlerde Ne Yapılabilir?
Kulağa çok basit gelen ama oldukça etkili bir sanat terapisi bile etkili. Bir resim yapmak, sayılarla tuval boyamak, örmek gibi pratik teknikleri uygulamak iyileştirici olabilir. Sanatla şifalanmanın sebebi de aslında bir hiçten yeni bir şey inşa edebilmek. Tıpkı yasın, geçmişi anıp yeni başlangıçlara alan bırakması gibi. Yani hoşçakal’ın bir hoş geldin’i.
Duygularımıza güvenebilmek, kendimizle şefkatli konuşmak ve geçmiş yaralarımıza sarılarak, geleceğimiz için yeni inşa ederken umut beslemek ruhumuza bir pansuman. Ama unutmayalım ki, pansuman bir iksir değildir: mucizevi bir şekilde hemen iyileştirme gücüne sahip olmasa da yavaş yavaş şifa yolumuza bizi taşıyan bir bileşendir.