O acilen bitmesi gereken iş için bilgisayarın başına geçmek yerine, kendimizi neden saatlerce telefonda, bir dostumuzdan gelecek mesajı beklerken buluruz? Harekete geçememenin o tanıdık ağırlığı çöktüğünde, neden bir ‘görevi’ tamamlamaktan kaçıp bir ‘bağlantı’ kurmaya sığınırız? Sürekli erteleme eğilimimizin ardında aslında derin bir kabul ve bağ kurma arzumuz yatıyor olabileceği hiç aklınıza geldi mi?
Bu sığınma davranışı rastgele bir tercih değildir, beynimizin çalışma prensibinin ta kendisidir. Nörobilim, beynimizin alışkanlıkları ve tekrar eden davranışları sinirsel patikalar olarak döşediğini söyler. Bir yoldan ne kadar sık geçersek, o yol o kadar belirgin, sağlam ve otomatik hale gelir. “Hepimizi gitmek istediğimiz yere götüren o şey: küçük ve tekrarlı adımlarımızdır.” (Çetin, 2025)
Bu ilke, sadece araba kullanmak gibi fiziksel beceriler için değil, duygusal başa çıkma mekanizmalarımız için de geçerlidir. Ne zaman ‘başarısızlık’ kaygısı, yani ertelemenin kök nedeni hissetsek, bu duyguyu yatıştırmak için içgüdüsel olarak bir dosta mesaj atmak, sosyal medyada onay aramak veya partnerimize sığınmak gibi yollarla ‘bağlantı’ ararız. Böylelikle beynimizde çok spesifik bir sinir yolunu güçlendirmiş oluruz:
‘Kaygı Hissediyorum = Güvenli Bir Liman (Bağ) Aramalıyım.’
Bu döngü tekrarlandıkça, ‘harekete geçememe’ anında ‘bağlanma’ ihtiyacını hissetmek, beynimizin kaygıya verdiği en hızlı yanıt haline gelir. Görevden kaçarız, çünkü sığınak olarak kodladığımız o tanıdık ve güvenli sinir yoluna yönelmek çok daha kolaydır. Tam da bu noktada tembellik ya da iradesizlik olarak adlandırdığımız erteleme davranışını yeniden değerlendirmemiz gerekiyor. Çünkü karşı karşıya kaldığımız erteleme davranışı, plansızlığımızdan çok daha derin bir mekanizmadır. Tıpkı S. Şandor’un (2021) “Bilinenin Aksine: ‘Duygularla Karar Vermek'” adlı kitabında vurguladığı gibi, insan ‘rasyonel’ olduğunu düşünmeyi sevse de kararlarımız büyük ölçüde duygusal süreçler tarafından yönetilir.
Harekete geçemediğimizde aslında ertelediğimiz şey, o işin kendisi değildir. Asıl kaçındığımız ve ertelediğimiz şey, o işin bizde uyandırdığı olumsuz duygulardır:
• Yetersizlik korkusu,
• Eleştirilme kaygısı,
• Mükemmel olamayacağımızı bilmenin stresi,
• Ya da basitçe, başarısız olma ihtimalidir.
Şandor’un (2021) deyimiyle, beynimiz o an “rasyonel” bir zaman yönetimi kararı vermez; son derece duygusal bir korunma kararı alır. O anki olumsuz duygudan (kaygıdan) kaçınmak, görevi tamamlamaktan elde edilecek uzun vadeli faydadan o an için daha baskın gelir. İşte bu “duygusal karar”, bizi o an yapılacak işten uzaklaştırıp, tanıdık bir kimseden gelecek mesajın anlık duygusal rahatlamasına, yani bağlanma arayışına yönlendiren temel mekanizmadır.
Peki ya beynimizin, bu duygusal kaçınma anında güvenli liman arayışı neden bu kadar güçlüdür?
Bu durumu bir sahne metaforuyla açıklamak istiyorum. Ertelediğimiz her işi; üzerimize çevrilmiş parlak bir spot ışığı olarak değerlendirelim. O ‘performans alanında’ her an tökezleyebilir, repliğimizi unutabilir yani başarısız olabiliriz ve bu ışığın ‘yetersizliğimizi’ herkese göstereceğinden korkarız. Derin bağ için ise o sahnenin arkasındaki güvenli kulis benzetmesini yapalım. Orada bir dostumuz, bize ‘Sahne nasıl geçerse geçsin, spot ışıkları kapandığında sen hâlâ olduğun halinle sensin ve bu yeterli’ diye fısıldar. Beynimiz spot ışıklarının (eleştirilme kaygısının) altında kavrulurken, içgüdüsel olarak o güvenli ve koşulsuz kulise kaçar. Çünkü performans belirsiz ve yargılayıcıdır, ama kabul (bağ) kesin ve şefkatlidir. Bu bağ dediğimiz şey bir dost da olabilir, nesneyle olan bağımız da olabilir.
Ancak ayrım yapmakta yarar var. Buradaki kritik ayrım, bağ kurduğumuz şeyin bir insan mı yoksa bir nesne mi olduğu değil, o eylemin niteliğidir. Asıl soru şudur: Bizi uyuşturuyor mu, yoksa onarıyor mu buna bakmamız gerekir. Örneğin, bir nesne olan telefonun ekranı, bizi kaygımızdan uzaklaştırıp uyuşturabilir (sosyal medyada amaçsızca gezinmek gibi). Bu, erteleme döngüsünü besleyen bir kaçınma eylemidir. Fakat dedemizden yadigâr kalan bir oyuncak gibi, yine bir ‘nesne’ olan bu sembol, bize ‘spot ışığından’ (performanstan) bağımsız olarak ‘değerli’ olduğumuzu hatırlatır. Bu, onarıcı bir eylemdir.
Bu yüzden asıl soru, neye bağlandığımız değil, o bağın bizi kaçınmaya (uyuşmaya) mı ittiği, yoksa merkezimize (anlama) mı döndürdüğüdür. İlki ertelemeyi, ikincisi ise iyileşmeyi temsil eder.
Aslında bu iki zıt eylemin (uyuşmanın ve onarmanın) varlığı bile, bağ kurma arayışımızın ne kadar temel ve kaçınılmaz bir dürtü olduğunu kanıtlar.
Bu ihtiyaç o kadar derindir ki, o uyuşukluk içindeki erteleme anlarımız bile çoğu zaman, gerçek bağı bulamayan ve sahte bir sığınakta oyalanan ruhumuzu yansıtır. Belki de erteleme davranışını yenmenin yolu, irademizi zorlamak değil, derin bağ kurma ihtiyacımızı fark etmek ve bu temel ihtiyacı uyuşturarak değil, onarıcı ve anlamlı yollarla beslemeyi öğrenmektir.
Kaynakça
• Yıldız, B. (2017). Güvenli bağlanma stili kazandırma yönelimli psikoeğitim programının belirsizliğe tahammülsüzlük ve akademik erteleme üzerindeki etkisi (Doctoral dissertation, Sakarya Universitesi (Turkey)).
• Şandor, S. (2021). Bilinenin Aksine: “Duygularla Karar Vermek”. eKitap Projesi & Cheapest Books.
• Çetin, M. Z. (2025). Kendine yardımın el kitabı. Timaş Yayınları
• ÜNVER, B., & ANLAR, A. (2024). Benliğin Ayrımlaşması ve Bilişsel Esnekliğin Nevrotizm ile Genel Erteleme Davranışı Arasındaki Sıralı Aracılık Etkisi: Kesitsel Bir Çalışma. Turkiye Klinikleri Journal of Health Sciences/Türkiye Klinikleri Sağlık Bilimleri Dergisi, 9(4).


