Psikoloji literatüründe “kişiselleştirme” olarak bilinen bilişsel çarpıtma, bireylerin yaşamlarında karşılaştıkları olumsuz olayları, kendi yetersizliklerinin, hatalarının ya da ihmallerinin sonucu olarak değerlendirmeleri şeklinde tanımlanır. Bu eğilimde olan kişiler, kontrol alanlarının çok ötesinde gerçekleşen olayları dahi kendileriyle ilişkilendirirler. Günlük hayattan basit örneklerle başlayacak olursak; bir arkadaşının keyifsizliğini kendi davranışına bağlayan, iş yerindeki bir tersliği kendi performansına yoran ya da bir başkasının öfkesini kendi kişiliğiyle ilişkilendiren bireyler, aslında bu bilişsel çarpıtmayı sergilemektedir.
Peki, bu farklılık nereden kaynaklanmaktadır? Neden bazı insanlar sorumluluklarını görmezden gelip dışsal etkenleri suçlarken, bazıları da dünyanın tüm yükünü kendi omuzlarına almaya meyillidir? Bu soruya yanıt ararken kişiselleştirmenin sadece bir düşünme biçimi değil, aynı zamanda bir baş etme stratejisi, bir duygusal düzenleme aracı ve bazen de bir savunma mekanizması olduğunu göz önünde bulundurmak gerekir.
Sorumluluk ile Suç Arasındaki İnce Çizgi
Sağlıklı psikolojik işleyişte birey, davranışlarının ve seçimlerinin sorumluluğunu alabilme kapasitesine sahiptir. Ancak bu sorumluluk, yaşamın bütününü kapsayan mutlak bir suçluluk hali değildir. Kişiselleştirme eğiliminde olan kişiler, sorumluluk ile suç arasında ince bir çizgiyi ayırt etmekte zorlanır. Bir olayın kendi kontrolleri dışında gerçekleştiğini kabul etmekte güçlük çeker ve kendilerini, olmayan bir kusur üzerinden cezalandırırlar.
Bu eğilimin altında yatan en önemli psikodinamik süreçlerden biri, “kontrol yanılsaması”dır. İnsan zihni, özellikle travmatik olaylar karşısında, kontrol edilemeyen bir gerçekliği kabullenmekte zorlanır. Bu nedenle birey, sahte de olsa bir kontrol hissi yaratmaya çalışır. “Eğer o gün farklı bir şey yapsaydım, bu yaşanmazdı” düşüncesi, aslında dayanılmaz bir çaresizlik duygusuna karşı geliştirilmiş bir zihinsel çaredir.
Hayatın Tamircileri
Kişiselleştirme eğiliminde olan bireyler, adeta hayatın tamircileridir. Dünyada gerçekleşen karmaşık, çok boyutlu ve çoğu zaman kontrol dışı olayları, kendi ihmallerine indirgerler. Çünkü zihinsel olarak tamir edilebilen, onarılabilen bir nedene inanmak, başa çıkılamaz bir rastlantısallığı kabul etmekten daha kolaydır.
Bir deprem örneğini düşünelim. Bir anne, depremde çocuğunu kaybettikten sonra “O gün park gezisini kabul etseydim, evde olmasaydık” ya da “Bu eve taşınmasaydık” diyebilir. Gerçekte ise deprem, bireyin kontrol alanının çok ötesindedir. Ancak “deprem oldu ve bu yüzden kaybettim” gerçeği, dayanılması çok güç bir yük oluşturabilir. Bunun yerine, “benim yanlışım yüzünden oldu” inancı, bireyin acıyı anlamlandırmasına yardımcı olur. Bu anlamlandırma biçimi, paradoksal bir şekilde bireye hem acı verir hem de bir tür sahte kontrol hissi kazandırır. Kişi depremi önleyemez ama kendi kendine işkence edebilir.
Neden Bazıları Daha Eğilimlidir?
Araştırmalar, kişiselleştirmenin genellikle çocukluk deneyimleriyle bağlantılı olduğunu göstermektedir. Özellikle koşullu sevgi deneyimlemiş çocuklar —yani sevilmek için sürekli “iyi” olmak zorunda hissedenler— yetişkinlikte de başkalarının duygu ve davranışlarını kendileriyle ilişkilendirmeye yatkındır. “Eğer annem üzgünse, bu benim suçum” ya da “Babam bana kızıyorsa, ben yetersizim” inançları, zamanla içselleştirilerek kalıcı bilişsel şemalara dönüşür.
Buna ek olarak, kişilik özellikleri de önemli rol oynar. Özellikle yüksek sorumluluk duygusu, mükemmeliyetçilik ve yüksek empati kapasitesi kişiselleştirmeye zemin hazırlayabilir. Bazı insanlar doğaları gereği dışsal atıflara yönelirken, bazıları da aşırı içselleştirme eğilimi gösterebilir.
Klinik Yansımaları
Kişiselleştirme, tek başına masum bir düşünme biçimi gibi görünse de birçok psikolojik sorunun temelinde yer alabilir. Depresyonda birey, yaşadığı kayıpları ve başarısızlıkları sürekli kendine mal ederek yoğun suçluluk ve değersizlik duyguları yaşar. Obsesif kompulsif bozuklukta kişiselleştirme, kontrol edilemeyen olayların bile sorumluluğunu üstlenme şeklinde kendini gösterebilir. “Eğer zihnimden kötü bir düşünce geçtiyse, bu olaya neden olan benim” şeklindeki obsesyonlar, bilişsel çarpıtmanın patolojik düzeydeki örneklerindendir.
Travma sonrası stres bozukluğunda da benzer bir tablo gözlemlenir. Travmaya maruz kalan birey, yaşadığı olayı önleyemediği gerçeğini kabul etmek yerine, kendi rolünü abartarak zihinsel bir kaçış yaratır. Bu sayede acı, kontrol edilemez bir dış gerçeklikten ziyade, bireyin kendi üzerinde çalışabileceği bir meseleye dönüşür.
Terapi Sürecinde Kişiselleştirme
Klinik psikologların terapi sürecinde sıkça karşılaştığı konulardan biri, danışanların olayları kişiselleştirme eğilimleridir. Bilişsel Davranışçı Terapi (BDT), bu bilişsel çarpıtmayı tanımlamak, fark ettirmek ve yeniden yapılandırmak için etkili yöntemler sunar. Terapi sürecinde birey, “Bu gerçekten benim sorumluluğum mu, yoksa kontrolüm dışında bir durum mu?” sorusunu sormayı öğrenir.
Aynı zamanda, duygusal düzeyde kişiselleştirmenin işlevi de ele alınır. Birey yalnızca “yanlış düşündüğünü” fark etmekle kalmaz; bu düşünme biçiminin hangi duygusal boşluğu doldurduğunu, hangi acıya set çektiğini de keşfeder. Böylece suçlulukla örülmüş sahte kontrol yerine, gerçekçi ama daha zor olan kabul süreci başlar.
Sonuç
Kişiselleştirme, hayatın karmaşıklığı karşısında zihnin geliştirdiği bir baş etme biçimidir. Bu eğilim, bireylere sahte de olsa bir kontrol duygusu verirken, uzun vadede suçluluk ve öz-değersizlik duygularını derinleştirebilir. Hayatın tamircileri, dünyadaki her aksiliği kendi ihmalleriyle açıklamaya çalışırken aslında dayanılmaz bir gerçeklikten kaçmaktadır.
Psikolojinin sunduğu en önemli katkılardan biri, bu kaçışların farkına varmamızı sağlamasıdır. Çünkü bazı gerçekler, ne kadar acı olursa olsun, kişisel ihmallerimizle değil, dünyanın kendine özgü yasalarıyla açıklanır. Ve bu yasaları değiştiremeyiz. Ancak onlara verdiğimiz anlamı, kendimize yüklediğimiz rolü ve acıya yaklaşım biçimimizi değiştirebiliriz.
İşte terapi sürecinin gücü tam da burada devreye girer: İnsanların kendilerini gereksiz yere suçlamaktan vazgeçip, yaşamın gerçekliğiyle daha sağlıklı bir ilişki kurabilmelerine eşlik etmek.