Gündelik hayatın akışı içinde üzerimize bir kamyon yük gibi yığılan görev ve sorumlulukların bir ahtapotun kolları gibi bütün varlığınızı boğduğunu hissettiğiniz oldu mu? Benim oldu. Sıklıkla oluyor.
O ahtapot beni boğduğunda kendimi tükenmiş hissediyorum. Daha iyisi, daha fazlası çabasına girdiğimiz yerde tükenme başlıyor. İlerlememize, genişlememize, büyümemize engel olur. Tükenmişlik, yaptığımız işleri yarım bırakmamızın, bazılarına hiç başlayamamamızın ardındaki nedendir. Günün sonunda bir çöp yığınının kokması gibi tamamlanmamış, ertelenmiş, hiç başlanmamış, gözden kaçmış pek çok meseleyle baş başa kalırız.
Bütün bunlar bir süre sonra çürüyerek sanki bizim kokmamıza, kendimizden duyduğumuz memnuniyetsizliğe neden olur. Oysa kendimizle barışık olmak isteriz. Kendimizi kokmuş, çürümüş bir çöp yığını gibi hissetmek ne kadar sağlıklı olabilir?
Kendimize Dönüş ve Özşefkat
Bu his, kendimize dönmek için bizi uyaran sağlıklı bir histir. Kim çöp hâlinde kokmuş bir şekilde kalmış olmak ister ki?
Defalarca kez bu yığınların altında kalıp kendime sarılarak bunun içinden çıktığımı hatırlıyorum. Farklılığım olsa bile yaşamda çoğu hakka sahip olduğumu anlamam yıllarımı aldı. Bu anlayışıma sahip çıkıyorum. Bana güç veriyor. Kendimize sahip çıkmak önemli bir başlangıç olabilir; kendimizi açıklıkla, sevgiyle, rağmenlere rağmen kabul edebilmek sahip çıkmanın başlangıcıdır.
Özşefkat ve kabul kavramları ile 2015’te aldığım aile danışmanlığı eğitimi sırasında tanıştım. Bu kavramların uygulamalarını hayata geçirmem yıllarımı aldı.
Kolektif bir toplumda yaşıyoruz. Bizim gibi kolektif toplumlarda kendi alanlarımız ve sınırlardan söz ettiğimizde insanın zihninde hak talepleri beliriyor. Hakkınızı aradığınızda fazla bir şey istemiş oluyorsunuz. Çoğu zaman istekleri belirtmek sivrilik, çıkıntılık olarak algılanıyor. Tüm bunlar hepimizin aşina olduğu şeyler. Hak talebindeki birey sistemin karşısında dikilmiş oluyor.
Oysa DEHB kişisi en başta farklılıkların kabulü hakkına sahip olmayı arıyor. Nöroçeşitliliğinin farkına varıp bunun kabulünü talep ettiği anda çirkin ördek yavrusu gibi diğerleri tarafından uzaklaştırılabiliyor.
DEHB ve Toplumsal Kabul
Bütün bunlar bana şu soruyu sorduruyor: DEHB’i yaşama şeklimiz toplumdan topluma değişiyor mu? Ne dersiniz? Bu sorunun cevabı başka bir yazının konusu olsun.
Özşefkate en çok ihtiyaç duyduğum zamanlar kendime kızdığım anlar. Bir şeyler yapamadığım zaman kendime kızıyorum. Yapamadığımı zannettiğim zaman kendime kızıyorum. Bu kızgınlık kendimle aramı açıyor. Buradan terapistime sevgiler gönderiyorum, her gün yaptıklarımı yazdığım bir defter ile bu durumu çözüyor gibiyim.
Şefkati kendimize yöneltirken şunu hatırlamalıyız:
Bir insan bir şeyi ne kadar yapabiliyorsa o kadar yapabiliyordur. Daha iyisini biliyor olsaydı muhtemelen yapardı.
Bu iki cümle bana nefes aldırıyor. Kendimi başarısız hissetmekten, kendime kızmaktan, gün sonunda çöp yığını gibi kokuyorum hissinden koruyor. Kendimi kabule kapı açılıyor. Elimden geleni yaptığımı hatırlatıyor. Yatışıyorum.
Kendimizi Kabullenmek
Yaptıklarımız, yapabildiklerimiz bize yetersiz göründüğünde, kendimize kızgınlığımızı ahtapotun kolları altında nefessiz hissettiğimizde kendimize şunu hatırlatalım:
👉 Şimdilik, elimizden geleni yaptık. Şimdilik bu böyle.
👉 Terapistimin önerisinde olduğu gibi bir deftere yaz molası.
Yaptıklarımı bir deftere yazmak beni kendi otantik varlığıma yaklaştırıyor. Kendime kızgınlığımla beni boğan ahtapotun kocaman bir şefkatle bana sarıldığını hissediyorum.
Bu otantik ve yaratıcı bir ahtapot. Böyle olduğunu hissediyorum. Sevgili ahtapotumun bana aktardığı bu şefkat hissi gözlerimi dolduruyor. Minnetle doluyorum.
Şimdi şöyle söylemek geliyor içimden: “Herkesin bir ahtapotu olmalı!”


