Varoluşçu psikoterapi, insanın anlam arayışını temel alan psikoloji ekollerinden biridir.
Özgürlük, sorumluluk, ölüm, kaygı gibi konuları derinlemesine taşıyan bu ekol, bireyin varoluşsal sancılarının dışa vurumudur. Birçok canlı çeşidinin içerisinde bilinçli olarak ölümle alakalı düşünen insan, yaşamla ölüm arasında bir terazide dengeyi sağlamaya çalışırken bazen bir taraf ağır basabilir. Geçen zamanın farkında olan bizler, yaşam ve ölümü bir bütün olarak ele alabiliriz.
Ölüm korkusu, bazılarımız için siyahları çağrıştırsa da bazılarımıza bir tabut, bir mezar metaforları olabilir ve beyaz da bir başkasına ölümü hatırlatabilir. Deneyimlerimiz biriciktir ve ölümü algılayışımız da öyle. Yaş, cinsiyet, medeni durum, hastalıklar gibi çeşitli faktörler ölümü etkileyebildiği gibi ölüm kaygısını da tetikleyebilir.
İnsana verilmiş en büyük ödüllerden biri alışmaktır. Ölüm her ne kadar acısını geride kalanlara bıraksa da varoluşun kaçınılmaz sonudur. Günlük hayatta ölümü her ne kadar dillendiremesek de bir yakınımızı, eşimizi, dostumuzu, evcil hayvanımızı kaybettiğimizi düşündüğümüzde bile içimiz ürperir. Her ne kadar yüzleşmekten kaçıyorsak da ölüm de doğum gibi elimizde olmayan bir süreçtir.
Irvın D. Yalom’a göre “Ölümle yüzleşmek kaçınılmazdır ancak bu farkındalık doğru yönlendirilirse bir kaygı kaynağı olmaktan çıkıp anlamlı bir yaşamın itici gücüne dönüşebilir.” Varoluşçu terapiye göre dört varoluşsal tema vardır. Bunlar; özgürlük, yalnızlık, yaşam ve ölümdür.
Varoluşçu terapi açısından ölüm, bizi harekete geçiren gerçeklerden biridir. Kabullendiğimizde ertelemeyi bırakırız, hayattaki gerçekleştirmek istediğimiz şeyleri çerçevelendiririz, ilişkilerimize daha çok değer veririz, “şu an”da kalmamızı sağlar yani gelecek kaygımızı azaltır ve hayatı dolu dolu yaşama cesareti buluruz. Kaygı, boşluk hissi ve amaçsızlık günümüz gençlerinin varoluşsal sancılarından bazılarıdır.
Terapi sürecinde ölüm duygusu bastırılmaya çalışılmaz ya da görmezden gelinmez. Amaç, bireyin ölüm fikriyle barışık olmasıdır. “Ölüm bilinci bir lanet değil, yaşamı anlamlı kılan en büyük armağandır.” (Yalom)
Hayat seçimlerle şekillenen bir tuval gibidir. Ölümü inkâr etmemeyi seçmek de özgün bir birey olmanın anahtarı olabilir. Ölümü kabullenmek çok zor olabilir. İnkar etmenin bir yolu da üreyerek çoğalmamız ve neslimizi ölümsüzleştirmemizdir.
Çoğu insan dünya üzerinde izini bırakıp ölümsüzleşmek ister. Ölümün acımasızlığı bu arzuyla çelişmektedir. Genelde bu gerçeği yok sayarız; unuturuz, bastırırız, yüzleşmeyiz. Parçalara odaklanır ve detaylarda boğuluruz. Asıl mevzunun bütüne bakmak olduğunu çok geç yaşlarda öğreniriz.
Yaşadığımız olumsuz deneyimlerden kendimizi uzun süre suçlu tutarız hatta yetmezmiş gibi kendimizi yargılar, cezalandırırız. Yaşlandığımızda ya da hastalandığımızda derin bir sessizliğe gömülürüz. İçimize kapanır, yaşamımızı baştan aşağı gözden geçiririz. Vicdan azabı duyarak kendimizi ya da bir başkasını affetmeyiz. Kendimize belki de fazla acımasız davranırız.
Unuttuğumuz bir şey vardır; bütün ipler bizim elimizde değildir. Ne kadar seçimlerimizden ibaret olsak da sosyo-kültürel faktörler de hayatımızı şekillendirir ve her şeyin tek sorumlusu biz olamayız. Kendimizi sevmeyi denemek belki de çok zor gelir.
Çok sevdiğimiz birini kaybettiğimizde bir süre tekrar geleceğine inanmayı seçeriz. Gelmeyeceğini anladığımız zaman yas süreci yavaş yavaş sonlanmaya doğru yol alır. Bazı gerçeklerle yüzleşmek bizleri büyütür. Olgunlaşmamız belki de ölüm, yas, acı, kaygı gibi deneyimlerle gerçekleşir. Her ne kadar tercih etmesek de bazen buna sebep olmuş da olabiliriz.
Koca evrende bunu bir biz yaşıyormuş gibi gelir. Bizim gibi bu süreçten geçen kişiler bunun geçeceğini söylerler ama kabullenmemiz zaman alır. Ölüm belki de insan için cezalandırılmak gibi gelir. Kimisi de acılarının dindiğini söyleyerek kabul edebileceği bir kalıba sokar ölümü.
Ölüyü yad etmek için farklı kültürler farklı törenler ve yöntemler dener ve bu vedalaşma merasimleri ölümü kabullenmemiz için büyük rol oynar. Ölümden kaçmak yerine ölümü görmek, değişimin başladığının somut örneğidir.
Ölüme, bize kendini hatırlattığı için bir küçük teşekkür de borçlu olabiliriz çünkü ölmek dediğimiz şey olmasaydı yaşamak da bu denli kıymetli olmayacaktı.
Sonuç olarak, ölüm korkulacak bir durum değil, bir aydınlanma şeklidir. Bizler de tıpkı filozofların felsefedeki gibi bilgelik sevgisine erişmek için çabalarken, kendilerini tamamlamasını rol model alabiliriz.
Ya da Maslow’un ihtiyaçlar hiyerarşisindeki o piramidin en üst katı olan kendini gerçekleştirme evresine geçebilmek için yanlışlarla ve doğrularla hakikati kabullenip, bu hayatı dolu dolu yaşayabiliriz.
Ölümün zamansızlığının bilincinde olursak kendi hayatımızı inşa ederken de daha sağlam adımlar atabiliriz. Ne kadar erken bu farkındalığı kazanırsak kendimizle de daha erken barışmış oluruz.
Bir kayıpla karşılaştığımızda yas sürecine girmemiz gayet kabul edilebilir. Acıyı bastırmak yerine yas terapisi ile ilgilenen bir psikologdan destek almaktan çekinmemeliyiz çünkü uzman bir psikolog bizi yargılamadan yolculuğumuza eşlik edecek ve ruhumuzu iyileştirecek kişidir.
Tabi biz değişimi kabullenerek yola çıkarsak. Hayatta kalmak istiyorsak ölümle yüzleşmeliyiz ki tehlikelere karşı kendimizi koruyabilmeli, bize verilen bu kısa sürenin en kıymetli şey olduğunu kabullenmeli, geri alınamayan ve durdurulamayan zamanın ahenkli dansına kapılmayı değil, eşlik etmeyi seçmeliyiz.
Ölümle savaşmak yerine ona sarılmalıyız. Bir kayıptan çok, vakti geldiğinde bir ödül olduğunu düşünmeliyiz. Sonsuz bir hayatımız olsaydı bazılarımız erdemli olmayı, kuralları veya sorumluluk almayı seçmeyebilirdik. Bir toplum veya birey kavramı olmayabilirdi.
Biz bir denge içerisindeyiz ve doğanın bir parçasıyız. Doğadan geldik ve doğaya da döneceğiz.
Ve son olarak, hepimizin yolculuğunu dev bir parlayan güneşe benzetebiliriz. Güneş sabah doğar ve akşam batar. Tıpkı biz insanların yolculuğunun ilk durağının doğum ve son durağının ise “ölüm” olması gibi. Eğer doğmaktan korkmuyor isek, ölmekten de korkmamalıyız.