Çarşamba, Eylül 24, 2025

Haftanın En Çok Okunanları

Son Yazılar

Sen de mi, Brütüs? Peki ama Neden?

Bir insanın sadakati değerlerine mi yoksa sevdiklerine mi karşı olmalıdır?

Takvimler M.Ö. 44 yılını gösterdiğinde, etkisi yüzyıllar boyunca hatırlanacak olan, tarihin en sansasyonel etik ikilemlerinden biri yaşanacaktı. Bu olayın başrollerinde, dönemin güçlü lideri, halk tarafından benimsenen bir asker olan Julius Caesar (Holland, 2004) ile aristokrat bir aileye mensup, Stoacı felsefeye yakınlığıyla bilinen ve Caesar’ın “oğlum gibi” dediği Marcus Junius Brütüs yer alıyordu (Freeman, 2011; Alford, 2001). Brütüs’ü tanıtırken Stoacı felsefeye yakın olduğunu belirtmemizin sebebi, bu yazıda onun verdiği kararı yalnızca politik bir eylem olarak değil; bu politik eylemin altında yatan psikolojik çatışmanın, etik ikilemin ve bilişsel çatışmanın perspektifinden değerlendirmeyi amaçlamamızdır. Peki, nedir bu Stoacı felsefe? Stoacılık; duyguların bastırılması gerektiğini savunan, insanın hayatındaki tek rehberin akıl olduğunu vurgulayan ve erdemli yaşamayı, erdemi her şeyin önüne koyan bir felsefi yaklaşımdır (Robertson, 2019; Sellars, 2006).

Brütüs’ün zihinsel şemalarında yer eden bu akılcı yaklaşım, vakti geldiğinde onun vicdanıyla baş başa kalmaması için bir sığınak olacaktı (Alford, 2001). Tam da bu noktada, Brütüs’ü bu etik ikilemin eşiğine getiren olaya yakından bakalım. Dönemin “Roma diktatörü” unvanını alan Julius Caesar ve onun en yakını olan Brütüs, Roma’nın geleceği konusunda farklı düşüncelere sahipti (Freeman, 2011; Holland, 2004). Senato içinde yer alan ve aristokrat bir aileye mensup olan, cumhuriyetçi değerlere bağlı Brütüs için, babası gibi gördüğü Caesar’ın cumhuriyeti sona erdirip monarşik bir yönetim kuracağına dair korku, zamanla zihnini giderek daha fazla meşgul etmeye başlamıştı. Üstelik senatodaki diğer üyelerin de benzer korkuları taşıdıklarına bizzat tanık olmuştu (Syme, 2002). Senato, Julius Caesar’ı adeta bir tiran — yani baskıcı, zorba ve otoriter bir yönetici — olarak nitelendiriyordu. Çünkü Roma Cumhuriyeti’nin yapı taşları, kolektif bir yönetime dayanıyordu (Senato, Konsüller, Halk Meclisleri). Julius Caesar ise halkın sevgisini açıkça arkasına almış, geniş halk kitleleri tarafından desteklenen bir liderdi. Halkın bu sevgisiyle Caesar’ın gücü tekeline almasından endişe eden Senato üyeleri ile krallık sembolleri taşıyan (örneğin altın taç takması gibi) Caesar arasında bir çatışmanın çıkması an meselesiydi — ve nitekim bu çatışma da gerçekleşti.

Brütüs’ün gözünde Caesar artık bir baba figürü değil, halkın gözünde ilahlaştırılmış ve cumhuriyet için tehdit oluşturan bir lider hâline gelmişti (Alford, 2001). Bu bağlamda olaya Freudyen bir bakış açısıyla yaklaştığımızda, Caesar’ın Brütüs için bir baba figürü olması ve sonrasında bu baba figürünün katledilmesi, “bireyin büyüyüp bağımsızlaşabilmesi için baba figürüyle hesaplaşması gerekir” düşüncesini akla getirmektedir (Freud, 1923/1961). Bu hesaplaşma, elbette daha nazik koşullarda da gerçekleşebilirdi. Ancak Brütüs, bir yandan Caesar’a bağlıyken; diğer yandan Roma Cumhuriyeti’nin özgürlükçü ilkelerine ve kendisini adadığı Stoacı değerlere derinden bağlıydı (Sellars, 2006; Alford, 2001). Brütüs, bilişsel çatışma yaşadığını ve bu çelişkiden kurtulmak adına duygularını bastırarak bir savunma mekanizması geliştirdiğini, ardından da bilişsel çarpıtmalardan biri olan rasyonelleştirme ile kendini rahatlatmaya çalışacağını henüz bilmiyordu. Ancak o gün, duygularını bastırmanın psikolojik bedelini, yüzyıllar boyunca “hain” olarak anılmakla ödeyecekti.

Şimdi, Brütüs’ün kararını Bilişsel Davranışçı Terapi (BDT) ekolüne göre analiz etmeden önce, bu kuramsal yaklaşıma kısaca göz atmak yerinde olacaktır. BDT, bireyin duygu ve davranışlarının temelinde düşüncelerinin yattığını savunur (Beck, 1976). Bu yaklaşıma göre, yaşanılan olaydan çok, olaya yüklenen anlam belirleyicidir. Olaylara anlam yüklememiz düşüncelerimiz aracılığıyla gerçekleşir; ancak düşüncelerimiz her zaman gerçeği yansıtmaz — çoğu zaman yalnızca kendi iç dünyamızı yansıtır.

Sistem şu şekilde işler: Doğduğumuz andan itibaren bir “şema”ya sahip oluruz. Bu şema, yaşantılarımız ve deneyimlerimizle birlikte şekillenir ve zamanla “ara inançlar” geliştiririz (Beck, 1976; Young et al., 2003). Ara inançlar; varsayımlar, kurallar ve koşullu düşünce kalıplarını içerir. Örneğin: “Eğer Caesar durdurulmazsa, Roma yok olur.” Bu döngüyü “otomatik düşünceler” takip eder. Otomatik düşünceler, bir olayla karşılaşıldığında bilinçdışı düzeyde ve hızla zihnimizde beliren düşüncelerdir. Örneğin, Caesar’ın altın taç taktığını gören Brütüs’ün zihninde beliren “Caesar bir tirana dönüşüyor” düşüncesi, tipik bir otomatik düşüncedir.

Bu yapının bir sonraki aşaması “duygudur.” Şema, ara inanç ve otomatik düşüncenin birleşimiyle oluşan bu aşamada Brütüs için kaygı, gerilim ve suçluluk duyguları giderek yoğunlaşmaya başlamıştı (Dobson & Dozois, 2010). Kaygısı yoğundu çünkü Roma’nın yok olacağına inanıyordu; suçluluk hissediyordu çünkü hem Caesar’a hem de kendi ideallerine aynı anda sadık kalamayacağının farkındaydı. Bu çelişki, onun zihninde ciddi bir bilişsel çatışmaya yol açmıştı.

Unutulmamalıdır ki, bilişsel çatışma çoğu zaman hızlı ve yoğun bir biçimde davranışsal bir karar alma sürecini tetikler. Brütüs de bu noktada, içsel çatışmasının bir sonucu olarak davranış düzeyine geçerek kararını vermişti. Bilişsel Davranışçı Terapi’nin son aşaması olan davranış adımına ulaşmış ve nihayetinde suikasta katılmayı seçmişti. Ancak içsel çatışmasını henüz çözememişti. Bununla başa çıkabilmek için — o dönemlerde böyle bir kuramsal farkındalığı olmasa da — BDT’ye göre bir bilişsel çarpıtma türü olan rasyonelleştirmeyi kullanıyordu (Alford, 2001).

Rasyonelleştirme, Bilişsel Davranışçı Terapi’ye göre, bireyin işlevsiz, toplumsal ya da kişisel olarak kabul görmeyen düşünce ve davranışlarını daha kabul edilebilir nedenlerle açıklamaya çalıştığı bir bilişsel çarpıtma biçimidir (Beck, 1976; Dobson & Dozois, 2010). Bu süreç, bireye kısa vadede rahatlama sağlasa da; bastırılmış duygular zamanla uzun vadeli huzursuzluklara neden olur (Young et al., 2003).

Nitekim Brütüs, Caesar’a düzenlenen suikasta katılımını bir ihanet olarak değil, “Roma’nın iyiliği için yapılmış ahlaki bir davranış” olarak betimlemişti (Alford, 2001; Freeman, 2011). Ancak bu savunma, Caesar’ın son sözleri olan “Sen de mi, Brütüs?” cümlesini duyana kadar geçerliliğini koruyabildi. Bu söz, Brütüs’ün zihninde hiç susmayan bir fısıltıya dönüşecekti. Rasyonelleştirme, zihnini geçici olarak susturmuş; ancak vicdanını derinlemesine yaralamıştı. Yaşadığı pişmanlık ise sonunda intiharla sonuçlanacaktı.

Bu noktada, Nietzsche’nin “En tehlikeli yalan, kendimize söylediğimizdir” sözü (Nietzsche, 1886/2001; Alford, 2001), Brütüs’ün yaşadığı psikolojik çözülmeyi anlamlandırmada önemli bir düşünsel izlek sunar.

Aslında tarihin puslu sayfalarından gelen bu hikâye, insan zihninin ne kadar karmaşık, ne kadar savunmasız ve aynı zamanda ne kadar sistemli olduğunu bir kez daha hatırlatıyor bizlere. Brütüs’ün M.Ö. 40’lı yıllarda yaşadığı içsel çatışma, günümüzde de birçok insanın hayatında farklı biçimlerde sahne almakta. Duygu ile akıl, değerler ile sadakat, korkular ile sorumluluklar arasında kaldığımız bu karar anlarında; Bilişsel Davranışçı Terapi, bu içsel çatışmalarımızı fark etmemizi, düşüncelerimizi sorgulamamızı ve işlevsiz düşünceler yerine daha işlevsel olanları geliştirmemizi sağlar (Beck, 1976; Dobson & Dozois, 2010).

Tıpkı Brütüs gibi, bizler de en kritik kararlarımızı çoğu zaman yalnızca iç sesimizle — ya da o sesi bastırarak — veririz. Oysa böyle bir zorunluluk yoktur. İç sesimizi bastırmadan ya da aceleyle eyleme dökmeden, onu gerçekten duymaya çalışmak; hem kendimize, hem çevremize, hem de dünyaya nasıl davranmak istediğimizle ilgili derin arzularımızı fark etmemize katkı sağlar.

Bu yazının başında sorduğumuz soruya şimdi, hem felsefi hem psikolojik bir perspektiften yanıt verebiliriz:

Bir insanın sadakati, önce kendisine olmalıdır.
“Kendini tanımak, tüm bilgeliğin başlangıcıdır.”
— Sokrates

Kaynakça

Alford, C. F. (2001). Brutus and the crisis of identity. International Journal of Psychoanalysis, 82(5), 951–970. https://doi.org/10.1516/6TVT-V26W-9TLH-NM4W
Beck, A. T. (1976). Cognitive therapy and the emotional disorders. International Universities Press.
Dobson, K. S., & Dozois, D. J. A. (2010). Historical and philosophical bases of the cognitive-behavioral therapies. In K. S. Dobson (Ed.), Handbook of cognitive-behavioral therapies (3rd ed., pp. 3–38). Guilford Press.
Freeman, K. (2011). The murder of Caesar: A story of history’s most famous assassination. Pen and Sword Books.
Freud, S. (1961). The ego and the id (J. Strachey, Trans.). Norton. (Original work published 1923)
Holland, T. (2004). Rubicon: The last years of the Roman Republic. Anchor Books.
Nietzsche, F. (2001). Beyond good and evil (J. Norman, Trans.). Cambridge University Press. (Original work published 1886)
Robertson, D. (2019). Stoicism and the art of happiness (2nd ed.). Teach Yourself.
Sellars, J. (2006). Stoicism. University of California Press.
Young, J. E., Klosko, J. S., & Weishaar, M. E. (2003). Schema therapy: A practitioner’s guide. Guilford Press.

Yağmur Gencan
Yağmur Gencan
Yağmur Gencan, psikolojik danışman ve aile danışmanı olarak aldığı çeşitli eğitimlerle özellikle bilişsel davranışçı terapi, mindfulness terapi, aile ve çift danışmanlığı alanlarında çalışmalar yürütmektedir. Ulusal ve uluslararası platformlarda klinik psikoloji staj ve eğitim programlarına katılan Gencan, çeşitli yaş gruplarıyla psikolojik destek süreçlerinde aktif rol almıştır. Ruh sağlığını desteklemek ve herkes için ulaşılabilir kılmak amacıyla çalışmalarını sürdürmektedir.

CEVAP VER

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz

Popüler Yazılar