Pazartesi, Ağustos 4, 2025

Haftanın En Çok Okunanları

Son Yazılar

Özüm Nerede, Bir Bilen Var mı?

Hayat, yürürken ördüğümüz taşlı bir yola benzer. Her bir adımımızda, her bir kararımızla o yola bir taş daha ekleriz; yavaş yavaş yolumuzu şekillendiririz. Arkamızı dönüp geriye baksak, ne kadar çok yol gittiğimizi düşünebilir ve yürüdüğümüz o taştan yolun hep orada olduğunu varsayabiliriz. Ama aslında o yolu biz yapmışızdır.

Yürürken altımızdaki taşlar, kim olduğumuza dair her küçük kararla, her kırılmayla, her vazgeçişle birlikte – bizden önce değil, biz yürüdüğümüz için – orada var olur.
O yolda yürüdükçe oluşuruz; adeta kendimizi öreriz. Ama yine de yolun sonunda kendimizi, özümüzü bulacağımızı düşünürüz. Kendimizi bulmak için çıktığımızı sandığımız bu yolda, yolun sonu gerçekten bize çıkacaksa, o halde o yolu bunca zaman ören ve yürüyen kimdi diye düşündünüz mü hiç?

Kendimi bulmak istiyorum” dediğimizde, çoğu zaman içimizde saklı duran bir özü aramaya koyulur ve o özü bulmak için deneme-yanılmalarla yaşamı tecrübe etmeye çalışırız.
Belki de içimizde yeterince derine inebilirsek, yeterince kendimizi kazıyabilirsek, mutlaka bir yerlerde sabit ve hep orada duran bir şeyi bulacakmışız gibi hissederiz.
Yaşamın farklı anlarında isteklerimiz ve tercihlerimiz birbirinin zıttı haline geldiğinde, özümüzü yitirdiğimizi düşünürüz.

Çok kıymetli bir madene ulaşır gibi, içimizdeki eller sürekli özümüzün olduğuna inandığımız o yere uzanmaya çalışır – sanki onu bulursak hayatta ait olduğumuz yeri de bulacakmışız gibi.
Oysa kendiliği değişmez bir varlık olarak anlamlandırmak, bizi bir nevi içsel çıkmazlara da sürükler.
Yaşamak, sürekli yeni taşları seçerek ördüğümüz bir yolsa; ve her yeni yerleştirdiğimiz taşta biraz daha değişiyorsak – o halde özümüz nasıl hep aynı kalabilir ki?

Bazen fotoğraf albümlerine baktığımızda ya da eski arkadaşlarımızla geçmişi yâd ettiğimizde, ne kadar değiştiğimizi görme fırsatını da yakalamış oluruz.
Bu değişim elbette yalnızca fiziksel görünüşümüzü kapsamaz; aksine, belki o zamanlar yaptığımız ya da söylediğimiz şeyler, düşüncelerimiz, bize şimdiki zamanda çok anlamsız gelir.
Kimi zaman, o kadar zaman önce bazı şeyleri nasıl başardığımıza şaşar kalırız; “Bunu başaran ben miyim?” diye sorarız kendimize.
Kimi zamansa utanç verici hatıralarımızla yüzümüz kızarır, “Şimdiki aklım olsa bunu asla yapmazdım,” deriz.

Nasıl ki birkaç sene önceki düşünce haritamız, şu an dönüp baktığımızda üzerimize tam oturmuyorsa; birkaç sene sonraki düşünce haritamızdan baktığımızda da şimdiki benliğimiz bize dar ya da bol, küçük ya da büyük gelebilir.
Belki de tam olarak böyle anlarda kaybolduğumuzu hissederiz.
Durup “Önceden böyle düşünüyordum, ama şimdi… her şey çok değişti, artık böyle olmasını istemiyorum. Bunca zaman düşündüğüm şeylerin tam tersini yapsam, kendime ihanet etmiş mi olurum?” diye düşünür, özümüzün ışıltısını kaybettiğimizi varsayarız.

Ne var ki, psikolojideki hümanistik yaklaşımlar bizlere kimliğimizin bir yerlerde keşfedilmeyi bekleyen sabit bir öz olmadığını; aksine, hayatımızdaki krizlerle ve önemli anlarla birlikte sürekli değişen, gelişen ve dönüşen bir yapı olduğunu söyler.
Kendiliğimiz, biz yolumuza seçtiğimiz taşları ördükçe şekillenir; benliğimiz de o yol ile beraber gelişmeye devam eder ve biz var oldukça hiçbir zaman tamamlanmaz.

Bu sebeple de benliğimiz ve en derinlerde saklandığını düşündüğümüz özümüz sabit değildir — hatta devingen bir yapıdır.
“L’existence précède l’essence.” (Varlık, özden önce gelir) der Sartre (1946/2007); yani insanoğlunun önce var olduğunu, sonrasında ne olacağına karar verdiğini anlatır.

İnsan, doğuştan bir tanımla gelmez; kim olduğunu ve ne olacağını, özünü – sanki ham bir kilden güzel bir heykele giden yol gibi – bu süreçte yine kendi elleriyle oluşturur.
Bu nedenledir ki, gerçek benliğimiz ya da “özümüz” dediğimiz şey belki de hiçbir zaman bulunamaz; yalnızca inşa edilebilir.
Ve bu inşa, biz farkında olmasak bile, yaşamımızdaki tercihlerle kendi kendine başlar ve sessizce sürmeye devam eder.

Peki, eğer öz derinlerimizden çıkarabileceğimiz sabit bir şey değilse, neden bazı şeyler sanki hep bize aitmiş, biz de o şeye aitmişiz gibi gelir?

Bourdieu’nün (1990) “Habitus” kavramı, aslında bu durumu çok iyi açıklar: Bireyin çocukluktan itibaren içinde büyüdüğü çevrede – örneğin ailesinde ve/veya kültüründe – gördüğü ve öğrendiği kalıpları nasıl benimsediğini ve zamanla bu kalıpları nasıl otomatikleştirdiğini anlatır.
Bu anlamlandırma ve hissetme biçimi zamanla içselleştiğinde, kişi bu tutumları düşünmeden sergilemeye başlar; bir noktada, bunların kendi özü olduğunu bile düşünebilir.

Oysa içselleştirdiğimiz alışkanlıkları, her ne kadar özümüzmüş gibi algılasak da, onlar aslında yalnızca tanıdık gelen – ve bu yüzden güvenli hissettiren – yapılar bütünüdür.
Bu nedenle tanıdık olan, bazen “benim” gibi hissettirebilir.

Tüm bunları gözden geçirince; kendiliğin, her zaman içimizde aynı şekilde var olan bir öz, yalnızca dışarıda aranan bir hakikat ya da tanıdık ve konforlu alışkanlıklardan ibaret olduğunu söylemek yetersiz kalır.
Çünkü kimi zaman içimize baktığımızda hiçbir şey göremeyebiliriz, kimi zaman kendimize ait bir parçayı dışarıda bulamayabiliriz – ya da kimi zaman bize tanıdık gelen şeyler, gerçekten bize ait olmayabilir.
İçselleştirdiğimiz her şey, her zaman içimizden gelmeyebilir.

İnsan, kim olduğunu doğuştan bilemeyebilir, hissedemeyebilir; ancak kim olacağını, her adımında ve her seçiminde yavaş yavaş inşa edebilir.
Şayet inşa ettiği şeyi beğenmezse, onu yıkmak yerine o parçanın üzerine yeni bir parça, yeni bir deneme yerleştirebilir.
Ve böyle böyle; sevdikleri, sevmedikleri, olmak ve olmamak istedikleri şeyler oluşur.

Yazının en başında bahsettiğimiz metafora dönmek için çok güzel bir an bu.

Hayatı, bizim ördüğümüz taştan bir yola benzetmiştik – yürüdükçe döşenen, sabit olmayan, geri dönülebilen ama asla baştan verilmemiş bir yol…
Biz bu yolda yürürken ve yürüdükçe yolumuzu örerken, yalnızca yaşantımızı değil; kararlarımız ve hislerimizle birlikte aslında benliğimizi ve özümüzü de örüyoruz.
Kimi taşları geride bırakıyor, kimini yeniden elimize alıyor, kimini de hiç bilmediğimiz, tahmin bile edemeyeceğimiz bir yerlerde buluyoruz.
Ama her defasında, biraz daha dikkatle, biraz daha kendimizden olarak yürümeye ve anlamlandırmaya devam ediyoruz.

Çünkü belki de mesele, yalnızca kim olduğumuzu ya da özümüzü bulmak değil; aynı zamanda kim olduğumuzu taş taş örmekten hiç vazgeçmemek – ve o yolda kalmak; ve belki de biz bunu en derinlerimizde hissettiğimiz için, durmadan dönüşerek orada kalmaya bir şekilde devam ediyoruz.

Referanslar

  • Bourdieu, P. (1990). The Logic of Practice (R. Nice, Trans.). Stanford University Press.

  • Sartre, J.-P. (2007). Existentialism Is a Humanism (C. Macomber, Trans.). Yale University Press. (Original work published 1946)

Selen Erçelik
Selen Erçelik
Selen Erçelik, bağımlılık psikolojisi, travma danışmanlığı ve grup terapisi alanlarında uzmanlaşmış özverili bir psikolojik danışmandır. Yeditepe Üniversitesi’nden güçlü bir akademik temelle mezun olmuş, Onur Derecesi ile Rehberlik ve Psikolojik Danışmanlık Lisans diplomasını almış ve Psikoloji alanındaki lisans eğitimini tamamlamak üzeredir. Uzmanlığı, Psikolojik Travma, Aile İçi Şiddet, Danışmanlık Becerileri, Örgütsel Psikoloji ve Aile Psikolojisi konularındaki ileri düzey derslerle desteklenmektedir.

CEVAP VER

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz

Popüler Yazılar