İnsan, yaşantısı boyunca anlam arayışındadır. Kendisini, başkalarını ve çevresini tanımaya çalışır. İyi ve kötü değer yargılarını, kendisi için faydalı ve zararlı yönlerini fark ederek hayatını şekillendirir. Bu yargılar bazen “Ben annem gibi olmayacağım.”, “Asla babam gibi biriyle evlenmeyeceğim.” şeklinde hayatını kalıplara sokmasına yol açabilir. Yaşamın beğenmediği ve eleştirdiği yanlarına sınır koyduğunu düşünürken kendisini bu sınırlara şartlayabilir. Bazen sınır koymak, aslında kendimizi bir kalıba sıkıştırmamız demektir. Sinirli bir ebeveyne sahip olmamız, küçükken “Ben böyle biri olmayacağım.” şartlamasını zihnimize yerleştirirken aynı zamanda o ihtimale hayatımızda yer vermemiz de demektir.
Biz büyüdükçe bu düşünce de bizimle birlikte büyür ve ihtimalin gerçekleşme olasılığı artabilir. Çünkü fark etmeden onu yok sayarak bastırmaya çalışırız. Onun gerçekleşmemesi uğruna harcadığımız bu çaba ve emek bir nevi onu daha hızlı gerçekleştirmemizi de sağlar. Sinirinizi ne kadar bastırırsanız öfke patlamalarınız da o kadar ani ve şiddetli olabilir. Bastırılan her duygu ve düşünce, tüm birikmişliğiyle ortaya çıkacağı anı bekler. “Bunu yapmayacağım.” demek, “Bunu yapabilirim ama yapmamalıyım.” yasağını içten içe kendimize koymamızdır. Zihnimiz de bu yasağın varlığıyla fark etmeden bizi seçim yapmamızı gerektirecek durumlarda bulundurur. Kendimize koyduğumuz sınırlar, aynı zamanda hayatta sınandığımız sınavlardır. Öyle durumlar denk gelir ki kendimizi olmaktan korktuğumuz kişiye dönüşmüş bir hâlde bulabiliriz.
Gölge ve Bastırılan Yanlar
Kaçmaya çalıştığımız korkuların esiriyiz. Psikoloji literatüründe gölge kavramı; bireyin reddettiği, utanç duyduğu, kabul etmediği yönlerini ifade eder. Kişi bu yanlarını bilinçten uzaklaştırmaya çalıştıkça aksine güçlendirir. Çünkü bastırılan her duygu, sonrasında davranışa dönüşür. Carl Gustav Jung’ın da söylediği gibi “En çok kaçındığımız yanımız, bizi en çok yönetendir.” Güçsüz olmaktan ve görünmekten korktuğu için duygularını bastırarak gizlemeye çalışan biri, ani duygu patlamaları ve psikolojik çöküşler yaşayabilir.
Olmaktan korktuğumuz kişi, çoğu zaman aslında olmaya ihtiyaç duyduğumuz kişi olabilir. “Bencil olmak istemiyorum.” diyen biri, belki de hayatında aşırı fedakârlık yaptığı için yorgundur. Bu durumda korktuğun kişiye dönüşmek; bazen bir çöküş yaşamak değil, eksikliğini tamamlamaya ihtiyaç duyduğumuz dönüşümdür. Zihnimiz bizi korumak için çalıştırdığı bu içsel sistem ile hâli hazırda bilinçte bulundurduğumuz ihtimali devreye sokabilir.
Carl Gustav Jung der ki;
“Başkalarında bizi rahatsız eden her şey kendimizi tanımamızı sağlar. Başka insanlarda görüp de bizde rahatsızlık uyandıran her ne ise bilinçdışımızın derinliklerinde bize ait olan ancak hiçbir zaman görmek istemediğimiz tarafımız olabilmektedir.” Sınırlarını açıkça ifade edebilen bireylerden hoşlanmama sebebiniz, kendi sınırlarınızı çizmek isterken yapamayışınız olabilir. Ağlayan insanları güçsüz bulma sebebiniz, kendi duygularımı belli edersem zayıf görünürüm korkunuzdan olabilir. İçimizde susturmaya çalıştığımız yanlarımız, doğrudan ortaya çıkamadığında dolaylı olarak kendisini gerçekleştirir.
Rol Kalıpları ve Yabancılaşma
“Olmaktan korktuğun kişiye dönüşmek”; çoğu zaman kişinin kendini kaybetmesi, sınırlarını aşması ve yanlış bir değişim yaşaması değildir. Bazen de bireyin uzun zamandır bastırdığı ihtiyaçlarının giderilmesi, görmezden gelmeye çalıştığı taraflarını kabul etmesidir. Ailevi beklentiler ve toplumsal baskılar sebebiyle de insan çoğu zaman belli rol kalıplarına zorlanır. “Erkek adam ağlamamalı, hep güçlü durmalı.” “Kadın affedici olmalı, aileyi toparlamalı.” gibi roller zamanla bir yük hâline gelir.
Çünkü insanın doğasında cinsiyeti ne olursa olsun zaman zaman üzülmek, öfkelenmek, hayır diyebilmek, kırılmak gibi çeşitli doğal ihtiyaçlar vardır. Bu ihtiyaçların bastırılması, bireyin bir kafes içerisinde yaşamaya çalışması gibidir ve özgürlüğünü kısıtlar. Bastırılmanın sonucunda birey, zaman geçtikçe bu yükün altında ezilmeye başlar ve kişinin kendini tanıyamadığı davranışlar ortaya çıkabilir. Birey “Bu ben değilim.” farkındalığına eriştiği noktada ise kendine yabancılaşabilir.
Gerçek Benlik ve İyileşme
Bu noktada bir seçim yapmalıdır: Görmezden geldiği taraflarıyla savaşmak veya bastırdığı yönleriyle artık barışmak. İyileşme; sakladığımız bir parçamızı görmezden gelerek ve suçlayarak değil, onu anlayarak gerçekleşir. Kaçmak bizi özgür kılmaz, aksine korkularımızın esiri hâline getirir. Çünkü ne kadar kaçsak da korkularımızı da kendimizle birlikte gittiğimiz yere götürürüz.
Gerçek iyileşme; reddettiğimiz yönlerimizle savaşarak değil, onlarla bütünleşerek gerçekleşir. “Ben” sadece olumlu bir benlikten oluşmaz. Olumlu ve olumsuz, iyi ve kötü, güzel ve çirkin tüm zıt bulduğumuz özelliklerin bir arada olmasını kabullendiğimiz anda “gerçek benlik” oluşur. Böylece olmaktan korktuğumuz kişiye dönüşmüş gibi hissetmektense, olduğumuz kişiyle barışarak kendimizi olduğumuz gibi kabul edebiliriz.


