Knut Hamsun, dünya edebiyatının en sarsıcı eserlerinden biri olan Açlık romanını yarı otobiyografik bir temel üzerine inşa etmiştir. İçeriği ile insanda kasvet, yıkım, açlık duygularını yaşatan yazarın karakteri meçhul; o ne bir isimle sınırlanmıştır ne de belirli bir kimlikle. Bu belirsizlik, onu hem hiç kimse hem de potansiyel olarak herkes kılan bir evrensellik taşır. Sefalet içinde, Kristiyanya’nın (bugünkü Oslo) gri sokaklarında oradan oraya savrulan bu yoksul adam, idealleri uğruna nefsine yenik düşmeyen, onurunu ekmekten üstün tutan aykırı bir figürdür.
Psikolojik bir perspektiften bakıldığında, karakterin yaşadığı durum sadece midede hissedilen bir gurultu değil, varoluşsal bir sancıdır. Yazarın kendi kaleminden dökülenlerden çok memnun olması ve bu memnuniyetinde haklı çıkması, eserin estetik gücünün kaynağıdır. Çevresindeki herkesin “delilik” olarak yaftalayabileceği bir tutumla, engellerle başa çıkarken ölmeyi dahi göze alması, dışarıdan bakıldığında bir akıl tutulması gibi görünse de aslında amacına giden yolda pes etmemesi, kendinden emin duruşu bir dehanın en saf göstergesidir. Deha ve delilik arasındaki o meşhur, geçirgen sınır, Hamsun’un karakterinde ete kemiğe bürünür. Zihni bulandıkça yaratıcılığı kamçılanan, açlıktan halüsinasyonlar gördükçe kelimelere daha sıkı sarılan bir adamın portresidir bu.
İmtiyazlı Bir Sefalet ve Onur Kavramı
Karakterimiz; onurlu, hassas, çalmayı kendine yediremeyen, katı ilkeleri olan ve asla boyun eğmeyen biridir. Romanın bizi en çok boğan ve içimizi daraltan tarafı tam olarak burasıdır; çünkü bu dürüstlük, sefaletin ortasında imkânsız bir lükstür. Karnı açtır ama ruhu öylesine toktur ki, bu zıtlık onu trajik bir kahramana dönüştürür. Hayattan aldığı tek gerçek zevkin —yazmanın— farkında olması, onu daha da büyük bir hüzne ve melankoliye iter. Melankoli burada sadece bir üzüntü hali değil, yaratıcılığın bedeli olarak ödenen bir ruhsal faturadır. En sevdiği işi yapabilmek için katlanmak zorunda olduğu her şey, kitapta okuyucuya adeta yaşatır derecede hissettirilir.
Yazmak, onun için bir meslek değil, bir yaşam biçimidir; ancak bu idealist duruşu, toplumun sert duvarlarına çarpar. Tek ideali yazmak olan bu adam, sırf toy ve çelimsiz görünümünden dolayı her kapıdan geri çevrilir. Yazdıklarına en azından on kron verebilecek, emeğini görecek birilerini bulmak için çaresizce şehirde dolanır. Zor bela sığındığı, bodrum katından bozma, rutubetli evinden de kovulması uzun sürmez. İdealleri uğruna verdiği savaşın şiddeti, şu cümlelerde en vurucu halini alır: “Yavaşça dayanak üzerine çöktüm, parmağıma düşen kanı yaladım, kan bir şeydi, ben bir şeydim, benim kanım.” (Varlık y. s41). Bu satırlar, bir insanın kendi varlığını nasıl tükettiğinin ve melankolinin nasıl fiziksel bir acıya dönüştüğünün en somut kanıtıdır.
Zihinsel Bulanıklık ve Fiziksel Çöküş
Okurken kitabın bu denli ağır bir melankolik tarafı olabileceğini ilk başlarda düşünmüyordum. Çünkü içimde, yazma hevesiyle yanıp tutuşan, heyecanlı bir genç adamın engelleri bir bir aşıp başarıya ulaşacağı umudu vardı. Ancak Hamsun, okuyucuyu ters köşe yapar. Şaşırdığım kısım, kitabın bana o boğuk hissi, o kan tadını, o mahcubiyeti ve depresif tavrı iliklerime kadar hissettirmiş olmasıydı. Öyle ki, karakter bazen bütün hayatını bir tas sıcak çorba için verebileceğini hissederken, bazen de onurunu korumak adına son parasını bir dilenciye verecek kadar rasyonel mantıktan uzaklaşır Gördüğü kasaptan, köpeğine istiyormuşçasına “Et olmasa da olur” diyerek kemik isteyip bir yandan da köpeği olan şerefli bir adam gibi görünürken o kemiği alıp başka bir yerde yalıyor karakterimiz. Yaşadığı evde açlıktan halüsinasyonlar görüyor hatta talaşları, taşları yalıyor.
Nobel’den İhanete Uzanan İronik Son
Şimdi gelelim gerçek melankoliyi yaşayan adama, Knut Hamsun’a. Bu kitap ile 1920’de Nobel Edebiyat ödülü aldıktan sonra hayatı değişecekti. Zamanında Hitler ile karşılaşıp ve ona sempati duymaya başlamıştı. Ödülünü Hitler’e armağan etmek bile istemişti. İkinci dünya savaşında almanlar tarafından işgal edilen toprağı yerine işgal eden tarafı savundu. Bir Nazi sempatizanıydı o. Halkının gözünde vatan hainine dönüştü. Tanklarla işgal edilen vatanında on bin kadar Norveç insanı öldürülmüştü. Zaman içerisinde ikinci dünya savaşı dindiğinde, tanklar imha edildiğinde, Nazi ideali yok olduğunda ve Norveç artık özgür olduğunda; genç bir erkek, yazarın kitaplarını sessizce bahçesine atar. Sonra diğeri ve diğeri… Bu medeni saldırı sonunda yazarın bahçesinde kitaplarından oluşan bir dağ ortaya çıkar. Belki hayatında hiç yaşamadığı kadar utanç, acı yaşamıştır orada. Tek ideali yazmak olan yazarımız; yazmak için ölmeyi göze alan, kendi kanını emen, etsiz kemiği yalayan kişi belki hiç yazmamış olmayı dilemiştir.
Bir yazarın yaşayabileceği en kötü şeyi yaşamıştı belki de tam orada. Kaybetmemek için çabaladığı şahsiyetini belki de hiç kazanamamayı dilemiştir. Gerçek melankoli hayat bu olabilir mi? Hayatının sonuna kadar yaşayacağı depresyon, utanç, keder, çaresizlik… İronik olan şu ki yazar yargılandığı yerde tam yüz yaşına kadar yaşar. Upuzun bir yalnızlık. Kitabını gözleri önünde yakan genci görünce kahrolur yazarımız. “Keşke onun yerine beni yaksaydın”. Acındığı, alay edildiği, küçümsendiği zamana geri dönmeyi dilerdi zannımca. Evinin banyosunda ölürken hissettiği son duygu da muhtemelen utançtı. “Keşke onun yerine beni yaksaydın”.


