Çarşamba, Ekim 1, 2025

Haftanın En Çok Okunanları

Son Yazılar

İtaatin Adını Sevgi Koymuşlar

Bazı kadınlar doğduğunda pembe kurdele takılır beşiklerine, bazılarına görünmez zincirler. Aile, sevgiyle beslemesi beklenen ilk yuvadır, ama çoğu zaman kadının ilk bastırıldığı, ilk yönlendirildiği, ilk şekillendirildiği yerdir. “Senin iyiliğin için” maskesiyle gelen nasihatler, çoğu kadının benliğine kazınmış ilk emirlerdir. Bu yazı, kadınlara dayatılan toplumsal cinsiyet rollerinin ve aile içi baskıların, psikolojik gelişim süreçlerini nasıl şekillendirdiğine, hangi yaraları bıraktığına ve bu yapının kadın kimliğini nasıl parçaladığına odaklanıyor.

Kadın olmak, birçok kültürde bir proje olarak görülür. Ve bu projenin mimarı çoğunlukla ailedir. Kimi kız çocuklarına “Sen okuyacaksın, kendi ayaklarının üstünde duracaksın” denir; kimi ise daha konuşmayı öğrenmeden “Bir gün bir evin hanımı olacaksın” sözleriyle programlanır. Aile, bir bireyin kendiliğini bulması için alan açmak yerine, “uygun kadınlık” kalıplarını empoze eden bir denetim mekanizmasına dönüşür.

Kadınlara küçük yaşta verilen mesajların çoğu, doğrudan kontrol değil, duygusal manipülasyon biçimindedir. “Bacaklarını kapat”, “erkek gibi gülme”, “biraz ağırbaşlı ol” gibi telkinler, bedenle ve doğallıkla kurulan ilişkinin temeline utancı yerleştirir. Bu utanç, zamanla bedeninden, arzusundan, öfkesinden ve hatta başarı arzusundan utanmaya dönüşür. Psikodinamik olarak bu tür mesajlar, bireyin “sahte benlik” oluşturmasına neden olur; kişi kendi arzularını bastırır, başkalarının beklentilerine göre bir kişilik geliştirir. Ve sonra sahneye “namus” çıkar. Kadının namusu, çoğu zaman kendi eylemlerinden ziyade, ailesinin gurur ve otorite anlayışına rehin tutulur. Erkek kardeş rahatça dışarıda dolaşabilirken, kız kardeşe “sana güveniyoruz ama çevreye güvenmiyoruz” denir. Bu, pasif-agresif kontrol biçiminin en yaygın örneklerinden biridir. Kadının kamusal alandaki varlığı, ailesi için bir tehdit gibi algılanır ve sürekli denetlenir. Kız çocuklarının bedenleri, tercihleri ve sesleri toplum adına değil; aile adına sansürlenir.

Kadına yönelik baskı yalnızca davranışsal değil; aynı zamanda duygusaldır. Aile içinde “iyi kız”, “uslu çocuk”, “ağzı var dili yok” gibi etiketlerle ödüllendirilen kadınlar, öfkelerini bastırmak, itiraz etmemek ve uyum sağlamak zorunda kalır. Bu bastırılan duygular ise depresyon, anksiyete bozuklukları, psikolojik travma, psikosomatik rahatsızlıklar ve kimlik karmaşasına yol açar. Jung’un gölge arketipi tam da burada devreye girer: bastırılan her şey, bir gün farklı biçimlerde geri döner.

Ev içi görünmeyen emek, kadınlar için başka bir hapishanedir. Özellikle çalışan kadınlar için “çift vardiya” hayatı artık norm hâline gelmiştir: Gündüz ofiste, akşam mutfakta. Ailelerin kız çocuklarına küçük yaştan itibaren öğrettiği “hizmet etme” kültürü, kadını yalnızca bir emek makinesine dönüştürmekle kalmaz; aynı zamanda kendi ihtiyaçlarını önemsizleştirmeyi öğretir. Kadınlar, kendi yorgunluklarına bile yabancılaşır.

Eğitimdeki fırsat eşitsizliği hâlâ ciddi bir sorun. Özellikle kırsal bölgelerde kız çocukları erkek kardeşleri okusun diye okuldan alınabiliyor. Bu yalnızca bir eğitim meselesi değil; kadının karar alma gücünü, ekonomik bağımsızlığını ve kendilik algısını doğrudan etkileyen bir durum. Çünkü bilgiye ulaşamayan kadın, kendi hayatının rotasını da çizemez.

Kadınlar arasındaki en sessiz, en derin yara; kendi içlerindeki gizli düşmanlıktır. Annesi tarafından baskılanmış, susturulmuş, bastırılmış kadınlar, ne yazık ki aynı kalıbı kız çocuklarına da aktarır. Çünkü başka bir yol bilmiyorlardır. Kuşaklar boyunca sessizliğin ördüğü görünmez bir zincir halini alır bu döngü. Her nesilde bir kadın, biraz daha eksik bırakılır.

Sonuç:

Kadınların yaşadığı aile baskısı, sadece baskı yaşayan ve sadece birkaç kişiye hitap eden bir sorun değil… Bu, nesiller boyu aktarılan, toplumsal normlarla harmanlanmış sistematik bir yapıdır. Aile, sevgiyle büyütmeli ama bu sevgi, kadının benliğini şekillendirmek, onu “uygun” kalıplara sokmak adına araçsallaştırıldığında; adı sevgi olur, etkisi travma.

Kadınlar, bastırıldıkları yerde değil; özgürleştikleri yerde benliklerini inşa eder. Ve bu inşa, ailelerin sevgiyi kontrol etmeye çalışmaları ile değil; bu sevgiyi kabul üzerine kurmalarıyla başlar. Bir kız çocuğuna verilecek en büyük miras, onu olduğu gibi gören gözler ve kendi kararlarını almasına izin veren bir ortamdır.

Kadının öz benliği, bir ailenin utancı olamaz.
Arzusu, öfkesi, düşleri bastırılacak değil; yaşanacak şeylerdir.
Çünkü bazen özgürleşmek; sevilmeyi riske atmaktır.
Ama unutmayın:
Toplumsal dönüşüm evde başlar. Ve her kadın, ailesinden özgürleştiği kadar özgürdür.

Fatma Simla Yavuz
Fatma Simla Yavuz
Psikolog Fatma Simla Yavuz, Lefke Avrupa Üniversitesi Psikoloji Bölümü mezunudur. Çocuklar, ergenler, kadınlar, genç kızlar ve ailelerle yaptığı gözlemlerle insan psikolojisine dair güçlü bir bakış açısı geliştirmiştir. Sosyal psikolojiye ilgi duyan Yavuz, toplumsal cinsiyet eşitsizliğinin kadınlar üzerindeki psikolojik etkilerini ele almaktadır. Kadınların sesi olmayı, görünmeyeni görünür kılmayı amaçlayan yazılarını Psychology Times Türkiye’de paylaşmakta; en çok da kadınlara ulaşmak için kalemini bir araç olarak görmektedir.

3 YORUMLAR

  1. Yaşanmış,geçmiş tecrübeler, bazen geleceğinize ışık tutarlar.
    O yüzden çocuklarımızı da telkinde bulunabiliriz.
    Biz çocuklarımıza yolu gösteririz ama yürümeyi onlar öğrenirler yürüdükleri yolda muhakkak dikenler çıkacaktır o dikenler onları incitmesin diye bazen ebeveynler O yola müdahil olabiliyorlar eğer çocuklar yanlış anlamazlarsa

CEVAP VER

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz

Popüler Yazılar