Cuma, Aralık 26, 2025

Haftanın En Çok Okunanları

Son Yazılar

Bir Zihin Gerçeği Ne Zaman Terk Eder?

(Shutter Island Filmi Üzerinden Psikolojik Bir Değerlendirme)

Bazı filmler vardır; izlendikten sonra bitmez. Hikâyesi sona erer ama bıraktığı sorular zihinde kalır. Martin Scorsese’nin Shutter Island filmi de tam olarak böyle bir anlatıdır. Film, yüzeyde bir soruşturmayı izliyormuş hissi verirken izleyiciyi giderek daha içsel bir alana çeker. Burada araştırılan şey bir suç değildir; gerçeklik ile temas kurmakta zorlanan bir zihindir.

Kapanan Mekân, Açılan Zihin

Hikâye, 1954 yılında ABD mareşali Teddy Daniels ve ortağı Chuck Aule’un Ashecliffe Akıl Hastanesi’ne gelişiyle başlar. Kayıp bir hastayı bulmak için gelinen ada, daha ilk andan itibaren yalnızca mekânsal değil, psikolojik olarak da kapalı bir alan hissi yaratır. Fırtına, kilitli kapılar ve sürekli ertelenen cevaplar, anlatının yönünü yavaş yavaş dış dünyadan iç dünyaya çevirir.

Teddy Daniels karakteri, filmin başından itibaren geçmişiyle ağır biçimde yüklenmiş bir figürdür. Dachau Kampı’nda yaşadıkları, eşini bir yangında kaybetmesi ve tekrarlayan baş ağrıları, onun zihinsel durumuna dair önemli ipuçları sunar. Özellikle rüya ve halüsinasyon sahnelerinde görülen imgeler, çocukların sular altında kalışı ve Dolores’in suçlayıcı bakışı, travmanın bastırılmış içeriğinin bilinç yüzeyine sızdığı anlar gibidir. Bu sahneler, travmanın yalnızca hatırlanan bir olay değil, bugünle kurulan bir ilişki olduğunu düşündürür.

Savunma Mekanizmaları ve Kurulan Gerçeklik

Psikodinamik açıdan bakıldığında burada devreye giren temel süreç bastırmadır; ancak film, bastırmanın tek başına yeterli olmadığını da gösterir. Teddy’nin adada kurduğu düşünce sistemi, yalnızca unutulmuş anıların değil, yeniden kurgulanmış bir gerçekliğin ürünüdür. Zihin, dayanamayacağı bir içeriği yalnızca bastırmaz; onu daha yönetilebilir bir hikâyenin içine yerleştirir. Bu noktada savunma mekanizmaları, bir bozukluktan çok ruhsal sürekliliği korumaya yönelik işlevsel girişimler olarak okunabilir.

Ashecliffe Akıl Hastanesi’nde Dr. Cawley ile kurulan ilişki de bu açıdan belirleyicidir. Cawley’nin yaklaşımı, doğrudan yüzleştirmekten ziyade, hastanın gerçeğe ne kadar dayanabileceğini test eden bir çerçeve sunar. Filmde kullanılan “rol oynama” yöntemi, terapötik süreçlerde karşılaşılan kontrollü yüzleştirme fikrini çağrıştırır; çünkü gerçek, bir anda değil, dozlanarak sunulmalıdır.

Kimlik, Suçluluk ve Sahte Benlik

Filmin kırılma noktasında Teddy Daniels’ın aslında Andrew Laeddis olduğu gerçeği açığa çıkar. Burada önemli olan isim değişimi değil, kimliğin işlevidir. Andrew için Teddy kimliği, suçluluk ve yasla baş edebilmenin tek yoludur. Eşi Dolores’in çocuklarını öldürmesi ve ardından Andrew tarafından vurulması, karakterin ruhsal bütünlüğünü parçalayan temel travmadır.

Bu noktada yaşanan şey basit bir inkâr değildir; daha çok Winnicott’un tanımladığı “sahte benlik” yapılanmasına benzeyen bir süreç işler. Gerçek benlik geri çekilir, yerine işlevsel ama kırılgan bir yapı geçer. Film boyunca Andrew’un aynı koridorlarda dolaşması, benzer sahnelerin tekrar tekrar yaşanması ve sürekli gerçeği arıyor oluşu, psikolojide kimlik ve tekrar zorlantısı olarak adlandırılan süreci düşündürür. Zihin, çözülememiş bir deneyimi kapatabilmek için onu yeniden sahneye koyar; ancak bu tekrar çoğu zaman iyileştirmekten çok travmanın etrafında dolaşmakla sonuçlanır.

Gerçekle Yaşamak Mı, Gerçekten Kaçmak Mı?

Chuck Aule karakterinin, yani Dr. Sheehan’ın, Andrew’a eşlik eden “ortağı” rolü de bu bağlamda anlam kazanır. Sheehan, bir yandan terapötik ilişkiyi temsil ederken, diğer yandan Andrew’un gerçeklikle temas edebileceği sınırı belirler. Terapötik sürecin en zor sorusu burada açıkça belirir: Gerçekle yaşamak mı mümkündür, yoksa bazı durumlarda zihin ancak kendi kurduğu bir gerçeklik içinde mi ayakta kalabilir?

Filmin finalinde Andrew’un lobotomiye gitmeden önce söylediği “Bir canavar olarak yaşamak mı, yoksa iyi bir adam olarak ölmek mi?” cümlesi, dramatik bir kapanıştan çok daha fazlasıdır. Bu ifade, travma sonrası zihnin verdiği varoluşsal bir kararı temsil eder. Gerçek kabul edildiğinde yaşam sürdürülemez hâle geliyorsa, zihin bilinçli bir geri çekilmeyi tercih edebilir.

Sonuç Yerine: Zihinsel Bir Hayatta Kalma Anlatısı

Shutter Island izleyiciye net cevaplar sunmaz. Aksine, rahatsız edici bir soruyla baş başa bırakır: İyileşme her zaman gerçekle yüzleşmek midir, yoksa bazı gerçekler insan ruhu için fazla mı ağırdır? Film, zihnin yalnızca kırılgan değil, aynı zamanda son derece yaratıcı bir savunma aygıtı olduğunu gösterir.

Bu nedenle Shutter Island bir “delilik” hikâyesi değil; travma, suçluluk ve kimlik üzerine kurulmuş bir zihinsel hayatta kalma anlatısıdır. Andrew Laeddis’in hikâyesi, insanın bazen gerçekle değil, ancak gerçeğin katlanılabilir bir versiyonuyla yaşayabildiğini hatırlatır. Ve belki de asıl mesele şudur: Zihin bizi ayakta tutmak için gerçeği değiştirdiğinde, geriye kalan kişi hâlâ biz miyiz?

CEVAP VER

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz

Popüler Yazılar