Bir an durup düşündüğümüzde: kırılganlığın neredeyse moda olduğu bir çağdayız. Bireyler travmalarını ve kaygılarını göz önüne açıyor; “sınır koymak”, “tetiklenmek” gibi terapi terimleri günlük hayatımızda sıkça kullandığımız kelimelerin arasına girdi. Bunca görünürlük iyileşmeyi kolaylaştırmış gibi görünüyor değil mi? Fakat gerçek göründüğünden daha karmaşık. Modern duygu kültürümüz düzinelerce paradoks barındırıyor: bazıları acılarına sıkı sıkı iyileşmeyi reddediyor; terapi diliyse her yerde fakat bazen içi boş bir klişeye dönüşmekte; dahası en gerçek duygularımız bile sahne ışıkları altında güzelleniyor.
Acıya Tutunmak: İyileşmeye Neden Direniriz?
Bazı insanlar, acılarından kurtulmanın yollarını bildiği halde bilinçli olarak acılarından vazgeçmez ve iyileşmek istemez. Bu direnci besleyen çeşitli kültürel ve psikolojik sebepler olabilir. Acı öncelik olarak bir kimlik haline gelebilir. Senelerce süren hüzünler veya yoğun travmalar kişiliğin bir parçasına dönüşebilir; kişi “ben böyleyim değişirsem ne olacağım?” diye düşünerek değişime direnebilir. Acıları bırakmak, kimliğinden bir parçayı bırakmak gibi algılanabilir. Bu sebeple bazı kimseler için acı garip ve tanıdık bir biçimde güvenli bir alan yaratır.
Ayrıca, toplumsal bilinçdışımızda çileye ve mücadeleye yüklenen bir anlam vardır. Zor elde edilen zaferlerin daha kıymetli olduğuna dair yaygın bir inanış vardır; acı sanki yaşantılarımızı otantik kılan bir kanıt olabilir. Acının sürmesi, çevreden sürekli olarak bir teyit ve empati akışı getirebilir. Bir başka deyişle, yara deşildikçe kişi yalnızlıktan kaçınarak bir amaç geliştirir ve dikkati üzerine çeker.
Terapi Dilinin Popülerleşmesi: Her Yerde “Sen de Bir Konuş”
Son zamanlarda psikolojik terimler ve terapi jargonu sohbetlerde kullanılır hale geldi. Arkadaşlarımızla yaptığımız sohbetlerde “tetiklenmek” (trigger olmak), “anksiyete yapmak”, “sınır koymak” gibi ifadelere şahit oluyoruz. Sosyal medyada insanlar kendine ait “travma”larıyla başa çıkma mekanizmalarından bahsediyor; insanlar birbirine “narsist, gazlıyor” damgası vuruyor.
Bu terapi dilinin her ortamda yaygın hale gelmesi, ruh sağlığını konuşmanın normal olmasını ve daha az tabu olmasını sağladı. Birçok kişi, yaşantılarına birer isim bulabildikleri için rahatlama buldu.
Bir de terapi söyleminin bir tür şov diline dönüşmesi konusu var. Bazı durumlarda insanoğlu, terapistlerin ağzından çıkar gibi konuşmayı sosyal sermaye ya da erdem olarak görüyor. “Kendimi merkeze almadan söyleyeceğim şu ki…” veya “senin için alan tutuyorum” gibi cümleler, samimi bir iletişimden çok, kitaptan kopyalanmış sözcükler izlenimi verebiliyor.
Terapi dilinin bazen böyle kalıplaşması, aslına bakarsanız mesafe koymanın da diğer bir yolu haline getiriliyor. Sosyal medyada “sınır koymak” çoğunlukla ilişkileri tamamiyle sonlandırmak olarak yorumlanıyor; oysa terapide sınır kavramının böylesine keskin çizgileri yoktur.
Yani yaygınlaşan terapi dili en başta iyi niyetli olsa da bazen “Instagram terapisi” diye eleştirilen şekilde sahici derinleşmeyi oluşturmadan insanların kendini doğrulama aracı olabiliyor.
Duyguların Estetize Edilmesi: Sahici Hislerin Sahteleştirilmesi
Duygularımızın açık açık yaşanması artık alışılagelmiş bir durum. Sosyal medyada keder, üzüntü veya kaygı gibi hislerin kamuya açılması adeta birer şov malzemesine dönüştü. Bazı insanlar gözyaşları içinde çektiği görselleri paylaşıyor, kaybını veya depresyonunu uzun yazılara sesleniyor.
Bu paylaşımların bir kısmı gerçekten başkalarına ilham verme ve destek arayışı niyetinden ortaya çıkabilirler.
Otantiklik Çağının Çemberinde
Dirençle kucaklanan acı, estetize edilmiş duygular ve her yerden duyulan terapi dili… Tüm bu durumlar, modern çağ insanının iyileşme ve kendini anlama çabasındaki çelişkileri ortaya çıkartıyor.
Bir yandan iyileşmeyi hızlı tüketimin ve pop kültürünün bir nesnesi haline getirirken, diğer yandan acılara tutunarak otantiklik arıyoruz. Duyguları sergilemek cesaret istese de bu cesaretin bir şova dönüşme ihtimali samimi duygulardan uzaklaştırabilir.
Peki çıkış yolu ne? Öncelik olarak iyileşmenin sahici olarak ne olduğunu kendimize tekrardan hatırlatmamız gerekiyor: iyileşme, modaya uygun ifadeler kullanmak ya da diğerlerine ne kadar “farkında” olduğumuzu kanıtlamak değil; kendi içimizde samimi bir değişim ve yüzleşme cesaretidir.
Acıyı yüceltmeden, onu başlı başına bir kimlik haline getirmeden, olduğu şekilde kabullenmek ve ne kadar zor olsa da bırakabilmektir.
Son tahlilde, insani tecrübelerimizin özüne sahip çıkıp, acıyı güzelleştirip bir şov nesnesine veya sonsuza dek taşınacak bir madalyona dönüştürmeden, gerçek anlamda iyileşebilmek mümkün. Bu dengede kalmak hem bireysel hem kültürel olarak önümüzde duran önemli bir meydan okumadır.
Hislerimizin hakikatine saygı duyarak ve sadık kalarak şifanın da acının da gerçekçi şekilde kıymet bulduğu bir geleceğe yönelebiliriz.


