Günümüzde birçok insan sabahları erken kalkıyor, yoğun iş temposuna ayak uyduruyor, sosyal ortamlarda gülümsüyor ve dışarıdan bakıldığında oldukça “iyi” görünüyor. Ancak tüm bu işlevselliğin ardında, görünmez bir yorgunluk ve içsel bir boşluk saklı olabiliyor. Duygularını bastıran, yardım istemeyi zayıflık olarak gören ve güçlü kalmak zorunda hisseden bu bireyler, çoğu zaman kendi yaşadıklarının farkında bile olmadan günlük hayatın içinde sessizce depresyon ile baş ediyorlar. Psikoloji alanında bu duruma “işlevsel depresyon” ya da yaygın kullanımıyla “high-functioning depression” adı veriliyor. Görünürde hiçbir şey yokken içeride bir şeylerin eksik ya da donuk hissettirdiği bu hâl, çağımızın en sinsi psikolojik sorunlarından biri olabilir.
Sabah erkenden kalkıp işe gidiyorsunuz. Belki başarılısınız, belki herkes sizi güçlü biri olarak görüyor. Gün içinde toplantılar, mailler, arkadaş buluşmaları derken hayat hızla akıp gidiyor. Ama bir an geliyor ve her şey duruyor: İçinizde garip bir boşluk var. Hiçbir şeyden tam olarak keyif alamıyor, hiçbir şeyle derin bir bağ kuramıyor ama yine de hayatı “yürütüyorsunuz.”
İşte bu his, birçok insanın adını bile bilmediği ama sıkça yaşadığı bir ruh haline işaret ediyor: İşlevsel depresyon. Yani dışarıdan bakıldığında her şey yolundaymış gibi görünürken, içeride sessizce çöken bir duygu durumu. Bu yazıda, gülümseyen yüzlerin ardındaki bu görünmez depresyonu yakından keşfedeceğiz.
İŞLEVSEL DEPRESYON NEDİR?
Depresyon denildiğinde çoğumuzun zihninde karanlık bir odada, hayatla tüm bağlarını koparmış biri canlanır. Oysa bazı depresyon türleri çok daha gizlidir ve günlük işlevselliği gölgelemeyebilir. Kişi sabah kalkar, işe gider, sorumluluklarını yerine getirir, hatta çevresine güçlü bir profil çizebilir. Ancak iç dünyasında süreğen bir mutsuzluk, anlamsızlık ve tükenmişlik hissiyle baş etmeye çalışıyordur. Bu tabloya literatürde genellikle “yüksek işlevli depresyon” (high-functioning depression) ya da DSM-5’teki adıyla kalıcı depresif bozukluk (distimi) karşılık gelir.
Distimik bireyler, majör depresyonun şiddetli iniş çıkışlarını yaşamazlar; fakat uzun süreli, hafif ama ısrarcı bir depresif ruh halinde kalırlar. Bu nedenle hem kendileri hem de çevreleri bu durumu “kişilik özelliği” ya da “hayatın doğal ağırlığı” gibi yorumlayabilir. Bu da yardım arama davranışını geciktirir. Oysa yapılan araştırmalar, işlevsel depresyonun da en az majör depresyon kadar yaşam kalitesini düşürdüğünü göstermektedir (American Psychiatric Association, 2013).
NEDEN FARK EDİLMİYOR?
İşlevsel depresyonun en çarpıcı yanı, çoğu zaman fark edilmemesidir. Bu bireyler çalışır, güler, sosyalleşir – yani “normal” görünür. Hatta birçok kişi onları “hayatını iyi idare eden”, “başarılı” ya da “güçlü” olarak tanımlar. Oysa içsel olarak yaşadıkları deneyim, sürekli bir yorgunluk, iç sıkıntısı, değersizlik duygusu ve keyif alamama haliyle örülüdür. Bu çelişki, hem bireyin kendisini tanımasını hem de çevrenin fark etmesini zorlaştırır.
Klinik gözlemler, bu bireylerin sıklıkla yüksek işlev beklentileriyle büyütüldüklerini ve duygularını bastırmayı öğrendiklerini göstermektedir. Özellikle psikanalitik kurama göre, bu kişilerde bastırılmış öfke, değersizlik şemaları ve ideal-benlik ile gerçek-benlik arasındaki kopukluk belirgin bir içsel çatışmaya yol açar (Kernberg, 1975; Winnicott, 1965). Bu çatışmalar, dışarıdan “iyiymiş gibi” davranarak savunulmaya çalışılır – ancak gerçek duygular bastırıldıkça içsel boşluk büyür.
Toplumda “iyi görünüyorsan iyisindir” anlayışı da bu durumu perçinler. Bu nedenle işlevsel depresyon, yardım alma davranışının ertelendiği ya da hiç gerçekleşmediği bir hale dönüşebilir. Danışanların psikoterapi sürecine geliş nedenleri çoğu zaman “anlam veremediğim bir huzursuzluk” ya da “hayatımda eksik bir şey var ama ne olduğunu bilmiyorum” gibi soyut ifadelerle başlar.
SOSYAL MEDYA VE “İYİ GÖRÜNME” BASKISI
Günümüzde sosyal medya, sadece bir iletişim aracı olmaktan çıkıp adeta bir “benlik sahnesine” dönüştü. Instagram, LinkedIn, TikTok gibi mecralarda insanlar en mutlu, üretken ve “başarılı” anlarını paylaşırken; gerçek duygular, kırılganlıklar ve zorluklar çoğu zaman perde arkasında kalıyor. Bu durum, bireylerin kendi iç dünyalarıyla temas kurmasını zorlaştırıyor ve sahte bir iyilik hali yaratıyor.
Sosyal medyada sürekli olarak “iyi görünme” baskısı, işlevsel depresyon yaşayan bireylerde sahte benliği daha da güçlendirebilir. Kişi, içten içe tükenmiş hissetse bile, dış dünyaya pozitif görünmek zorundaymış gibi davranır. Bu, psikanalitik olarak savunma mekanizmalarının – özellikle inkâr, yansıtma ve idealleştirme – yoğunlaştığı bir alana işaret eder. Birey gerçek hislerini bastırırken, dış dünyaya adapte olmuş bir “performans benliği” sergiler.
Bu dijital aynada, bireyler hem başkalarını idealize eder hem de kendi eksikliklerini daha keskin bir şekilde hisseder. “Ben neden onlar gibi mutlu değilim?” sorusu, içsel değersizlik hissini besler. Bu da depresif duygulanımı derinleştirirken, yardım aramayı zorlaştırabilir. Çünkü kişi, “Benim bu duyguları yaşamaya hakkım yok, her şeyim yolunda görünüyor” diye düşünür.
İYİLEŞMEK MÜMKÜN MÜDÜR?
İşlevsel depresyonun en zorlayıcı yönlerinden biri, kişinin kendi içinde yaşadığı bu durumu uzun süre “normal” zannetmesidir. Bu yüzden iyileşme süreci çoğu zaman tanı koymakla değil, fark etmekle başlar. Kişi bir şeylerin eksik olduğunu hissetse de, bunu anlamlandırmakta zorlanır.
Psikoterapi süreci, kişinin sahte benlikten sıyrılarak gerçek duygularına temas etmesini sağlar. Başkalarının beklentilerinden, toplumsal rollerden ya da “iyi görünme” baskısından uzak, güvenli bir alan içinde birey; ne hissettiğini, neye ihtiyaç duyduğunu ve ne zamandır bastırdığını keşfeder. Bu keşif, çoğu zaman ilk kez “gerçek kendilikle” karşılaşma deneyimidir.
Bilişsel Davranışçı Terapi (BDT) ile işlevsel olmayan düşünce kalıpları çalışılabilirken, psikanalitik ya da bütüncül terapilerde bireyin geçmiş deneyimleriyle bugün arasında anlamlı bir bağ kurması sağlanır. Özellikle uzun süreli ve derinleşmiş duygusal kopukluklarda, benlik bütünlüğünün yeniden inşa edilmesi zaman alabilir. Ancak bu süreç sabırla ilerledikçe, bireyin yaşamla kurduğu bağ da yeniden güçlenir.