Medyanın Kadın Üzerindeki Yıpratıcı Döngüsü: The Substance Filmi Üzerinden Bir Analiz
Hiç düşündünüz mü, medya her geçen gün kadınlara dayattığı daha güzel, daha genç ve daha kusursuz olma baskısını nasıl körüklüyor? Kadınların kendilerini sürekli ‘daha iyi’ bir versiyona dönüştürme yarışına sokulması ve yaşlanma ile birlikte görünmez kılınması, yalnızca estetik kaygılarla sınırlı değil; kadın kimliği ve öz değer meseleleriyle de derinden bağlantılı.
The Substance filmi, özellikle medya dünyasında çalışan orta yaşlı kadınların, toplumun “yaşlı” ve “artık çekici değil” damgasını yemesiyle nasıl değersizleştirildiğini güçlü bir şekilde ortaya koyuyor. Film, kadınların toplumda genç, ince, güzel ve her zaman gülümseyen biri olarak arzulanabilir olmaktan başka bir seçeneklerinin kalmadığı bir dünyada var olmaya çalışmalarını işliyor. Kadınların bedeni ve güzelliği üzerinden değer atfedilmesi, yaşlanma ile birlikte bu “değerin” sönümlenmesi, onları adeta bir evde uzun süre kullanılmayan ve unutulmuş nesnelere dönüştürüyor.
Filmin Özeti: Elisabeth Sparkle’ın Döngüsü
Film, baş karakter Elisabeth Sparkle’ın (Demi Moore), televizyonda yayınlanan bir spor programındaki işine yaşlanma gerekçesiyle son verilmesiyle başlıyor. 50. yaş gününde trafik kazası geçiren Elisabeth, gittiği hastanede bir görevli tarafından omuriliğinin “çok uygun” olduğu söylenerek gizemli bir USB verilir. “It changed my life” (Hayatımı değiştirdi) yazılı bu mesajla Elisabeth, haftada bir kez kendi bedeninden üretilen genç ve çekici versiyonu Sue’ya (Margaret Qualley) dönüşmek zorunda kaldığı bir döngünün içine çekilir. Her hafta Sue’ya dönüşerek “en iyi versiyonu” olmak zorundadır.
Elisabeth ve Sue: Kadın Kimliğinin İkiliği
Film, Elisabeth’in “The Substance” adlı mucizevi enjeksiyonla genç ve “ideal” versiyonu olan Sue’ya dönüşmesini merkezine alır. Ancak Sue’ya dönüşmek, Elisabeth’in kadın kimliğini ve benlik algısını yavaş yavaş yok eder. Sue, Elisabeth’in hem nefret ettiği hem de hayran olduğu idealleştirilmiş kadın figürüdür.
Elisabeth’in Sue’ya söylediği şu cümleler, öz-değer yitimini ve narsistik kırılmayı açıkça gösterir:
“Sana ihtiyacım var. Kendimden nefret ediyorum. Sevilmeyi hak eden tek yanım sensin.”
Bu sözler, yaşlanmanın kadın üzerindeki psikolojik yükünü ve öz-sevgi yitimini gözler önüne seriyor. Elisabeth’in yaşlanmış bedenine duyduğu öfke, değersizlik hissinin yalnızca fiziksel değil, aynı zamanda psikolojik bir travmaya dönüştüğünü ortaya koyuyor.
Kadın Kimliği, İdeal Olma ve İçsel Öfke
Sue, filmde sürekli gülümseyen, çekici ve “her zaman hazır” bir kadın figürü olarak sunuluyor. Elisabeth ise Sue’nun aksine yaşlı, yetersiz ve sevilmeye layık olmadığını düşünüyor. Film boyunca Elisabeth ve Sue arasındaki bu keskin kutuplaşma, kadın kimliğinin bütünlüğünü tehdit ediyor. Bu durum, depresif gerileme ve narsistik kırılma gibi psikolojik sonuçlara zemin hazırlıyor.
Sue’nun varlığı, “kadın olmanın” biyolojik bir gerçekliğin ötesinde, kültürel bir performans olduğunu açığa çıkarıyor. Kadının idealleştirilmesi, medya baskısının “ideal kadın” dayatmasını ve kadınların kendilerini bu role zorla sokmaya çalışmalarını eleştiriyor.
Medya Baskısı ve Erkek Bakış Açısı
Filmin başında, Elisabeth’in patronu Harvey’nin (Dennis Quaid) karidesleri iştahla yiyip atması sahnesi, medya endüstrisinin kadınları nasıl “tükettiğine” dair güçlü bir metafor sunuyor. Yönetmen Coralie Fargeat’ın bir röportajında belirttiği gibi, bu sahne, yaşlanma ile birlikte kadınların yerini sürekli olarak daha “taze” ve “cazip” genç kadınların almasını simgeliyor. Harvey karakteri, yalnızca bir patron değil; patriarkal toplumlarda medya baskısının ve izleyici kitlesinin temsilcisi olarak karşımıza çıkıyor.
Z Kuşağı, Sosyal Medya ve Dışsal Onay Arayışı
Filmde Z kuşağı veya sosyal medyanın doğrudan temsili bulunmasa da, izlerken bu bağlantıları düşündüren bir alan açıyor. Özellikle sosyal medyanın gücüyle genç kuşağın kadın kimliğini şekillendirirken estetik normlara ve dışsal onaya daha bağımlı hale geldiği, eleştiriye karşı daha hassaslaştığı görülüyor. Böylece, görünüş ve beğeniye odaklı bir benlik algısı ortaya çıkıyor. Görünüş odaklı bu kültür, bireylerin kimliklerini başkalarının onayına göre biçimlendirmesine ve giderek daha fazla nesneleştirilmesine zemin hazırlar. Bu nedenle, kadın bedenine dair sunduğu eleştiriler, günümüz gençliğinin sosyal medya aracılığıyla nasıl bir kimlik arayışına sürüklendiğine dair bir sorgulamayı da tetikliyor.
Sonuç: Yaşlanma ve Kadın Kimliğinin Medyadaki Yansıması
The Substance, yalnızca bir film değil; günümüz medya baskısının ve toplumun kadınlara biçtiği “ideal” kavramının psikolojik yansımalarını göstermede bir ayna olmuştur. Elisabeth’in Sue’ya dönüşme döngüsünde, bireyin kendi benliği ve toplumsal beklentilerle şekillenen kadın kimliği arasında sıkışan birçok kadının hikayesini yansımasını gördük. Yaşlanma, yalnızca fiziksel ve biyolojik bir süreç değil; aynı zamanda bireyin kimliğini ve öz değerini sorguladığı varoluşsal krizlere yol açan karmaşık bir deneyimdir.
Medya baskısının dayattığı güzellik standartları, sadece kadınların değil, genç kuşakların da benlik algısını şekillendiriyor; onları dış görünüşe ve sosyal medyanın değişken onaylarına bağımlı kılıyor. Bu durum, “öz”e dair köklü bir kopuşu, bir tür “kimlik erozyonunu” beraberinde getiriyor.
Film, bize kadın kimliği kavramının biyolojik gerçekliğin ötesinde, patriarkal normlar ve kültürel performanslarla nasıl inşa edildiğini gösterirken; günümüz sosyal medyasının da bu performans baskısını daha görünür ve kırılgan kıldığını hatırlatıyor. Sonuç olarak, The Substance, kadın kimliğinin, yaşlanmanın ve medya baskısının içinde nasıl bir mücadele alanı yarattığını anlamak isteyen herkes için önemli bir psikososyokültürel analiz sunuyor.
Cok dogru bir gozlem olmus, Zeynep Hanima katiliyorum. Ozellikle filmin sahneleri kadini objektife etmek ve seyirciyi rahatsiz etmek edasiyla cekilmis gibi. Sürekli bir fiziksel ozelliklere close-up cekimler var. Iki ana karakter (aslinda ayni kisiler olsalar da) kendilerine uzayli gibi geliyorlar. Filmi izlemeyen herkese de izlemeyi kesin öneririm 🙂
Yorumunuz için çok teşekkür ederim Kaan Bey. Özellikle close-up çekimlerin etkisini siz de çok güzel özetlemişsiniz. Bedenin sürekli mercek altına alınıyor oluşu izleyiciyi rahatsız edici bir etkide bırakıyor, bu da filmin vermek istediği mesajla örtüşüyor. Bu filmde yapılan close-up çekimler karakterin kendisine yabancılaşmasıyla birleşince çok daha vurucu hale gelmiş