Søren Kierkegaard’ın Gölgesinde Varoluşsal Bir Tetiklenme
Bazı sabahlar, kahvenin içine süt eklerken bir şey olur.
Birden durur elin.
Bardağa değil, boşluğa bakarsın.
Gün çoktan başlamıştır ama sen hâlâ “başlamamış” hissedersin.
İşte o sabahların tam ortasında fısıldar bir ses:
“Bu hayatı ben mi seçtim?”
Çoğu zaman bu soru, araya sıkışmış bir iç çekiş gibi duyulur.
Sesli bile söylemeyiz; çünkü fazla dramatik görünmek istemeyiz.
Üstelik hayat devam etmektedir. Mail’ler yanıtlanmalı, faturalar ödenmeli, çocuk okula bırakılmalı, arkadaşın doğum günü hatırlanmalı, iş görüşmesine hazırlanılmalı…
Oysa içimizde, görünmeyen bir parça sanki başka bir soruya kilitlenmiştir:
“Tanrı benimle ne kastetmiş olabilir?”
Søren Kierkegaard bu soruyu 19. yüzyıl Danimarkası’nda sorduğunda muhtemelen WhatsApp mavi tikleri ya da LinkedIn başarısızlıkları yoktu ama anlamsızlık aynıydı.
O, bu soruyu sorarak modern insanın içindeki boşluğu işaret etti.
Ve aslında o boşluk hâlâ yerinde. Sadece biraz daha dijitalleşti.
Bugün biz bu soruyu kahvemizin yanına koyuyoruz.
Sabah trafiğinde dinlediğimiz podcast’in arka fonuna yerleştiriyoruz.
Bir arkadaş buluşmasından dönerken “neden hâlâ eksik hissediyorum?” dediğimiz o anlarda tekrar yüzeye çıkıyor.
Ve evet, bu sorunun bir cevabı yok.
Ama o sorunun kendisiyle yaşamak, işte varoluş dediğimiz şeyin tam da özü.
Varoluşun Sürekliliği ve Arayış
Kierkegaard’a göre insan “oluş halindedir”.
Yani tamamlanmaz; ama hep arar. Kimi zaman sevgide, kimi zaman başarıda, kimi zaman seyahatlerde, kimi zamansa sade bir evde, kuru fasulyede, hatta yanlışlıkla açılmış bir Instagram story’sinde bile… Ve neyi aradığını da tam olarak bilmez. Ama bir şey vardır ki bu sorgulamanın en keskin kıyısına getirir bizi: Kayıp.
Bir ilişkinin bitişi. Bir hayalin çöküşü. Beklenenin gelmemesi.
Aniden yiten o “güvende hissetme hali.”
İşte o anda soru tekrar yankılanır:
“Tanrı benimle ne kastetmiş olabilir?”
Ve bazen bu sorunun peşine takılan başka bir düşünce sessizce gelir:
“Bu şekilde yaşamaktansa… belki de hiç yaşamasaydım?”
Anlamsızlıktan Dönüşüme Geçiş
Burada duralım.
…
Çünkü bu düşünce, psikolojik literatürde adı geçen en önemli kavşaklardan biridir.
Klinik psikolojide bu noktaya “intihar düşüncesi” denir ama bu illa fiziksel son anlamına gelmez. Frankl’ın İnsanın Anlam Arayışı kitabında vurguladığı gibi, insan çoğu zaman hayatı değil, acı veren anlamsızlığı bırakmak ister.
Carl Jung da der ki:
“İnsan, ancak acıdan geçtiğinde dönüşebilir. Ve bazen bu dönüşüm, eski benliğinin bir parçasını geride bırakmakla olur.”
Yani bazı “intiharlar” fiziksel değil, varoluşsaldır. Kendimizi, hayatımızı, ilişki kurma biçimlerimizi… Topluma sunduğumuz maskeleri… Beklentilerle şişirilmiş o yorgun “ben”i gömeriz. Bu da bir nevi ölümdür.
Dönüşümün Sessiz Başlangıcı
Ama ardından doğum gelir.
Bu noktaya geldiğinizde bir sabah uyanırsınız ve dersiniz ki:
“Artık o kişi değilim.”
Yeni bir iş bulmak gerekmez. Yeni bir sevgiliye tutulmak gerekmez. İstanbul’u terk edip Bali’ye taşınmak da gerekmez (ama isteyen gidebilir tabii). Çünkü değişim bazen en içte, sessizce olur. Bir kıvılcım gibidir. Bir sabah kahvesinde, gözünüzü bir noktaya diktiğinizde başlar. Bir bakarsınız ki artık eski cümleleri kullanmıyorsunuz. Bir bakarsınız ki artık bazı telefonları açmıyor, bazı mesajlara cevap vermiyorsunuz.
Bu bir kopuş değil, dönüşümdür.
Yas değil, fark ediştir.
Ve hayır, bu sorunun yanıtını hâlâ bilmiyoruz. Tanrı bizimle ne kastetti? Belki de hiçbir şey.
Ya da her şey. Belki sadece deneyimlemekti. Belki de hissetmekti.
Sonuçta biz sadece yaşarken anlamaya çalışanlarız. Bazen kelimelerle, bazen sessizlikle… Ve bazen kendi kendimize yazdığımız cevap mektuplarla.
Kaynakça:
-
Frankl, V. E. (2006). İnsanın Anlam Arayışı. (S. Budak, Çev.). Okuyan Us Yayınları.
-
Jung, C. G. (1953). The Undiscovered Self. Princeton University Press.
-
Yalom, I. D. (1980). Existential Psychotherapy. Basic Books.
-
Kierkegaard, S. (1849). The Sickness Unto Death. (H.V. Hong & E.H. Hong, Çev.). Princeton University Press.