Ölümden neden korkuyorsunuz? Böyle düşününce cevabı son derece basit gibi görünen bir soru bu: ölmek istemiyorum çünkü! Oysa cevabı ve beraberinde getirdiği sorularla çok boyutlu bir bilmeceyi, bir yaşam haritasını meydana getirebilecek denli önemli ve derin bir sorudur bu. Koca bir felsefi akım ve terapi ekolünün temelini oluşturan bu soru üzerinden varoluşçu terapi ve ölüm korkusu konuşacağız.
Ölmekten korkuyor muyuz?
Varoluşçu terapiye göre bütün nevrozların en temelinde yatan sebep ölüm korkusudur. Kişi ölümle yüzleşerek var olma sorumluluğunu eline almadığı ölçüde nevrozdan muzdarip olur. Depresyon, yeni bir döneme geçerken yeni yaşam koşulları içerisinde var olamayan bir insanın çığlığı iken, panik atak “ölüyorum” korkusu ile aklı baştan çıkaran bir yaşayamama korkusudur. Başka bir deyişle kişi ölmekten korkmaz, yaşayamamaktan korkar. Özgür seçimler yaparak, değerleri ve hayattaki anlamı doğrultusunda yaşayamayan insan, ölüm ve hastalıktan korkar ve beraberinde, bilinçdışı şekilde, bazı patolojiler geliştirebilir.
Somatizasyon, Panik Atak ve Anksiyete
Varoluş gereği her canlının en büyük ve en gerçek korkusu yok olmaktır. Bunun evrimsel olarak da açıklaması mevcuttur. Bilinç sahibi olduğu andan itibaren etrafında doğrudan veya dolaylı olarak ölümle iç içe olan çocuk bundan korkar. Anlamlandıramaz. Büyüklerden medet umsa onların da ellerinde bir şeyin olmadığını fark etmesi fazla vakit almaz. Her gün, her saniye bu gerçekle yaşamak çok zor olduğundan kişi bunu bilinçdışına iter. Ancak ölüm her an her yerdedir. Bilinçdışındaki korku sürekli olarak tetiklenir. Kişi nasıl yüzleşeceğini bilemediği için sürekli olarak farklı savunma mekanizmaları kullanır. Ölüm korkusu şekil, odak, nesne veya kanal değiştirerek kişiyle yaşamaya devam eder.
Temelde “yok olmak” anlamına gelen ölümle baş edebilmek için kişi var olma çabasına girer. İlişki kurmaya çalışır, farklı insanlarla, farklı yerlerde, farklı şeyler yaşar. Kaygı dolu, terk edilmekten korktuğu ilişkilerde olur ama terk edilmemek için uğraşır. Terk edilmek var olamamak, yani ölmek demektir. Üretmeye çalışır. Ancak bunların işlevsiz olduğu şuradan anlaşılabilir: kişi kendinden kaçmaktadır. Çünkü kendisi yok olmaktadır. Kendisiyle baş başa kalamayan bu kişi, hastalanıp yataklara düşmemek için takıntılar geliştirir. Temizlik veya dini takıntılar bunlara örnektir. Kişi bunlardan öylesine yorulur, etrafında o kadar çok ölüm ve kaos görür ki bilinçdışında huzurlu olabileceğine dair bir inancı kalmaz. Gerçekten huzurlu olduğunda ise huzursuzluk yaratır. Telaş, kaygı, endişe hisleri ve kontrol arzusu ölüm korkusunun bir yansımasıdır. Ve bu baş etme tipi orta yaşını geçmiş, özgür bir hayat yaşayamamış olan insanlarda sıkça görünür. İçlerindeki savaşla yüzleşmektense dışarıda gerçekten savaşmayı yeğleyebilirler. Eğer gerçek bir savaş yoksa kişi psikolojik rahatsızlığını vücuduna yansıtır. Sebepsizce kas ve kemik ağrıları, mide sorunları, baş ağrıları, uyuşma ve halsizlik hissedebilirler.
Kişinin psikolojik savunma mekanizmaları, duygu regülasyon sistemleri, sosyal destek kaynakları ve mizacı gibi özelliklere göre değişmekle birlikte kişi yoğun ölüm korkusunu panik ataklar şeklinde somatize edebilir. Kalp krizi veya beyin kanaması sebebiyle öleceğine inanır. Bu atakların yoğunluğu nedeniyle sosyal hayatını, iş veya eğitim hayatını sınırlayan kişi yaşayamamaya başlar. Kişi ölüm korkusuna karşı olan çaresizliğini, özgür iradesini çeşitli somatizasyon ve ataklara teslim ederek yaşar. Böylece kişi, “var olma özgürlüğünü” ve “yaşama sorumluluğunu” göze almadan hayatını ölümden saklanarak geçirir. Ölüm günde birkaç kez panik ataklar şeklinde kişiye kendini hatırlatır fakat bu ölümden daha çok korkarak işlevsiz olan savunma mekanizmalarına daha çok sarılmaya ve kısır döngünün daha çok güçlenmesine sebep olur.
Neticede doğuştan sahip olduğumuz ölüm korkusu, etrafımızda gördüğümüz çeşitli hastalık, ölüm, kaza, doğal afet, savaş vb. yaşantılarla pekişir. Anlamlandırılmayan korku, geri plana itilir. Sürekli tetiklenen korku şekil değiştirmeye başlar. Kişi baş etmek için çeşitli şeyler yapar. Ancak ölümle yüzleşilmediği takdirde bunlar sadece döngüyü besler. Kişi bunlar sonucunda bir patoloji geliştirebilir ancak bu şart değildir.
Ölüme Karşı Ne Yapabiliriz?
1) Kendi Ölüm Korkunla Yüzleşmek
Bastırmak yerine ölüm korkusunu kabul etmek, bu korkuya açıkça bakmak ve onunla yüzleşmek ruhsal büyümeyi başlatır. Yüzleşme, farkındalıkla birlikte bir dönüşüm sağlar: yaşam daha değerli hale gelir. Ölüm farkındalığı, yaşamın anlamını sorgulatır ve bireyi daha dolu bir yaşam sürmeye yönlendirir. Anlamlı bir hayat kurmak, ölüm korkusunu azaltır. Bu anlam bireysel olarak tanımlanmalı; başkalarının değil, kişinin kendi değerlerine dayanmalıdır.
2) Bağ kurma
Sevgi, yakınlık ve başkalarına fayda sağlamak, ölüm korkusunu yatıştıran önemli bir faktördür. Yukarıda sağlıksız bir mekanizma olarak bahsedilmesinin sebebi ölümle yüzleşmeden yapılmış olmasıdır.
3) İz bırakmak
İnsanlarda, dünyada veya bir fikirde kalıcı bir etki bırakma arzusu, ölüm korkusuna karşı savunma mekanizmasıdır. Örneğin: kitap yazmak, çocuk yetiştirmek, birilerine ilham olmak.
4) Kişisel Otantiklik ve Ertelemeden Kaçınmak
Ölüm farkındalığı, yaşamı ertelememeyi öğretir. “Bir gün öleceğim, ama her gün değil” anlayışıyla yaşamak, yaşamsal enerjiyi artırır. Kendine sadık yaşamak, başkalarının beklentilerine göre değil, kendi değerlerine göre hareket etmek gerekir.
Bir sonraki yazıda ölümle yüzleşmek ve ölüm korkusunu azaltmak için nelerin yapılacağına dair daha ayrıntılı bir yazı yazılacağının şimdiden haberini vermiş olayım.
Unutmayalım; yaşayan her şey ölümden korkar. Bu normaldir. Ancak ölüm korkusu ile ne yaptığımız bizim sorumluluğumuzdadır.