Artık insanlar hissettikleri her şeyi açıklamak için hemen bir tanı koyma gayretinde bulunuyor, fark ettiniz mi?
Mutsuz olduğunda “Depresyonda mıyım?”, bir şeye odaklanamadığında “Acaba bende DEHB/ADHD (dikkat eksikliği ve hiperaktivite bozukluğu) mi var?”, paniklediğinde “Şu anda panik atak geçiriyorum.” diyen insan sayısı artık çok fazla.
Peki gerçekten böyle mi? Her birimiz psikolojik bir rahatsızlığa mı sahibiz?
Günümüzde sosyal medyada içerik üretenlerin sayısı bu kadar artmışken, haliyle psikolojik içerikler de aynı oranda artmış durumda.
Biliyoruz ki sosyal medya kullanıcıları, maruz kaldıkları içeriklerden ister istemez etkileniyor.
Tam olarak da bu nedenle psikoloji temalı içeriklere maruz kalan bireyler, bir süre sonra “Evet bende de bu rahatsızlıktan var.” diyerek bir ya da birden fazla etiketi kendine yakıştırıyor.
Foster ve Ellis (2024) tarafından gerçekleştirilen araştırma da bu durumu destekler nitelikte.
TikTok üzerinde yoğunlaşan bu çalışma sonucunda, sosyal medya platformlarında maruz kalınan psikolojik içeriklerin gençlerde kendine tanı koyma eğilimini artırdığı görülmektedir.
Tanı kavramını doğru anlamak
Bu noktada “tanı” denilen şeyin aslında ne anlama geldiğini anlamak gerekiyor.
DSM-5 incelendiğinde, bir bireyin herhangi bir tanıya sahip olabilmesi için belirli bir süre boyunca bu durumdan sistematik biçimde etkilenmesi ve günlük yaşamdaki işlevselliğinin bozulması gerekmektedir.
Bu bağlamda, tanı yalnızca bir adlandırmadan ibaret değildir; aynı zamanda bireyin tedavi süreci açısından büyük bir öneme sahiptir.
Sosyal medyadan öğrenilmiş ve hızlıca sahiplenilmiş bu tanılar, kişiyi kendini tanımak ve anlamak adına faydalıymış gibi görünse de, duyguları ötekileştirme tehlikesini de beraberinde getirir.
Duyguların etiketlenmesinin tehlikesi
Bir örnek üzerinden konuşalım, daha anlaşılır olsun.
Eğer her üzgün hissetmek depresyon, kaygılanmak anksiyete bozukluğu, unutkanlık veya dalgınlık yaşamak DEHB olarak yorumlanırsa, insanlığın doğal duygu deneyimleri birer hastalık olarak görünmeye başlar.
Sims ve arkadaşları (2021) tarafından kaleme alınan sistematik derleme de bu konuya değinmektedir.
Bir bireyin kendinde olanı bilmesi büyük bir rahatlama sağlıyor ancak aynı zamanda bireyin kimliğini sınırlayarak damgalanma ve çaresizlik hissini de beraberinde getirebiliyor.
Bu bağlamda oldukça önemli bir riskle daha karşılaşıyoruz: erken yaşta kendine tanı koyma eğiliminde olan bireylerin, bu etiket doğrultusunda kimlik gelişimlerini sürdürmeleri.
Örneğin:
“Ben depresif biriyim.”
“Dikkat eksikliğim olduğu için ben zaten uzun süre çalışamam.”
gibi söylemler, bireyin kendine dair motivasyonunu kırmakta, algısını daraltmakta ve kendisinde bulunan alternatifleri görmesini engellemektedir.
Oysa biz psikologlar şunu çok iyi biliyoruz ve söylüyoruz: İnsan değişir ve gelişir.
Özellikle ergenlik ve genç yetişkinlik döneminde yaşanan kimlik arayışında, sosyal medya aracılığıyla maruz kalınan içerikler ve gençlerin kendine tanı koyma durumu, bireylerin kimlik arayışını daha da zorlaştırabilir.
Duygularını keşfetmek yerine onları birer tanı ile nitelendiren gençler, uzun vadede duygularına temas etmekten tamamen uzaklaşabilir ve duyguları kategorize etmeye başlayabilir.
Bu durum da duygusal esnekliği azaltmakla birlikte bireyin psikolojik olarak daha kırılgan bir hale gelmesine neden olabilir.
Duyguların mantıkla açıklanamayacak doğası
Belki de asıl tehlike şu: duyguları mantıksal bir çerçeve içinde ele almaya çalışmak.
Düşüncelerimizi sorgulamak ve mantıksal açıdan ele almak ne kadar mümkünse, duygular için tam tersi geçerlidir.
Çünkü duygular, bireylerin doğrudan deneyimlediği ham yaşantılardır.
Bu nedenle üzüntü, neşe, kaygı, öfke, hayal kırıklığı ve benzeri hiçbir duygu bir bozukluk değildir;
adeta varoluşumuzun bir parçasıdır.
Ne yapabiliriz?
-
Duygularımızı etiketlemeden isimlendirmeye çalışabiliriz:
“Depresyondayım.” demek yerine “Şu anda kendimi çok mutsuz hissediyorum.” diyebiliriz. -
Duyguların geçici olduğunu hatırlayabiliriz:
Duygular kalıcı değildir; bir süre sonra geçer.
Deneyimlerimizle duygularımızı karıştırmak ve bir tanı aracılığıyla kalıcı hale getirmek yanıltıcı olabilir. -
Profesyonel bir destekle farkı anlayabiliriz:
Eğer duygularımız uzun süre devam ediyor, bizi rahatsız ediyor ve işlevselliğimizi bozuyorsa,
kendimize tanı koymak yerine bir uzmana başvurabilir ve kendimizde olup biteni anlamlandırmaya çalışabiliriz.
Bu süreci tıpkı fiziksel rahatsızlıklardaki gibi düşünebiliriz.
Nasıl ki uzun süredir mide ağrısı çektiğimizde doğrudan ilaca başlamıyor, bir doktora görünüyorsak,
psikolojik sağlığımız için de aynı yaklaşımı benimsemeliyiz.
Sonuç
Duygularımızı etiketlemek, yaratıcılığımızı azaltabilir, bizi duygularımızdan uzaklaştırabilir ve içsel deneyimimizi azaltarak kendimize dair keşif sürecimizi engelleyebilir.
Sosyal medyada karşılaştığımız içerikler çok kıymetli; bize fikir sunabilir, kişisel gelişimimize destek olabilir.
Ancak duygularımızı anlamlı kılacak olan şey bir tanı değil, duygularımızın üzerimizdeki etkisini fark edebilmekte saklıdır.
Bu nedenle bir psikolog olarak şunu rica edebilirim:
Lütfen her duygunun ve düşüncenin altında bir rahatsızlık yattığını düşünme.
Bunun yerine kendine zaman tanı ve duygularına kulak ver; çünkü onların sana söylediği bir şeyler var.
Kaynakça
Foster, A. ve Ellis, N. (2024). TikTok-inspired self-diagnosis and its implications for educational psychology practice. Educational Psychology in Practice, 40(4), 491–508. doi: 10.1080/02667363.2024.2409451
Sims, R., Michaleff, Z. A., Glasziou, P. ve Thomas, R. (2021). Consequences of a diagnostic label: a systematic scoping review and thematic framework. Frontiers in Public Health, 9, 1–26. doi: 10.3389/fpubh.2021.725877


