Psikoloji alanında en sık karşılaşılan, fakat en az netleştirilen sorulardan biri şudur: İnsan yaşadığı zorluklardan sonra iyileşmeyi mi hedeflemelidir, yoksa olanı kabullenmeyi mi? Psikoterapi esnasında bu soru çoğu zaman doğrudan sorulmaz; daha çok “geçer mi?”, “normal miyim?”, “neden hâlâ böyle hissediyorum?” gibi cümlelerin arasına gizlenir. Toplumsal dil ise genellikle iyileşmeyi yüceltir. Daha güçlü olmak, daha mutlu hissetmek, daha az etkilenmek… Bu sosyal medyada oluşturulan bir algıdır. Oysa psikolojik süreçler düz bir çizgide ilerlemez; her yaşantıyı onarılması gereken bir arıza gibi görmek mümkün değildir.
İyileşme Kavramı ve Beklentiler
İyileşme kavramı çoğu zaman bir hedef gibi sunulur. Bir noktaya varmak, eski haline dönmek, acının izlerini silmek… Ancak burada gözden kaçan önemli bir detay vardır: Kişi gerçekten neye dönmek istemektedir? Travma, kayıp, ihmal ya da kronik stres sonrası “eski ben” çoğu zaman artık mevcut değildir. Bu nedenle iyileşmeyi yalnızca semptomların ortadan kalkması olarak görmek, kişiyi sürekli eksik ve başarısız hissettirebilir. Çünkü bazı deneyimler iz bırakır; iz bırakması da patoloji değildir. Aynı zamanda iyileşirken kendimize yönelik bir yas süreci içerisine girebiliriz. Yas, sadece bir ölüm ve kayıpla ilgili değildir. ‘Eski kendiliği’ kaybetmek, o zaman hissedilen duyguları ve düşünceleri kaybetmek yas sürecinin içerisine dahil edilebilir. Bu da bize iyileşme sırasında hissettiğimiz hüznün nedeni olabilir.
Varoluşçu Perspektif ve Kabullenme
Varoluşçu terapinin öncülerinden olan Frankl ve Yalom, iyileşmenin acının yok olmasından ziyade acıyla birlikte yaşamanın anlamlı bir yolunu bulmak olarak ele almışlardır (Frankl,2018; Yalom, 2017). Buna göre ölüm, özgürlük ve yalnızlık gibi varoluşsal sorunlar, düzeltilecek olgulardan çok kabullenilmesi gereken temel insanî gerçekliklerdir. Kabullenme ise sıklıkla yanlış anlaşılır. Birçok kişi kabullenmeyi pes etmekle, vazgeçmekle ya da “olanı sineye çekmekle” eş tutar. Oysa psikolojik anlamda kabullenme, pasif bir boyun eğme değil; aktif bir fark ediştir. Gerçeği olduğu haliyle görme cesareti gerektirir. “Bu benim başıma geldi”, “bu bende böyle bir etki yarattı” diyebilmek, iyileşmenin ön koşulu olabilir. Kabul edilmeyen bir deneyim, sürekli yeniden yaşanır. Hümanistik psikolojinin öncülerinden Carl Rogers da iyileşmenin ön koşulu olarak koşulsuz kendini kabulü vurgulamış; ancak bu kabulü pasif bir boyun eğişten ziyade, bireyin kendiliğiyle temas kurduğu, kendini tanıdığı ve farkındalık geliştirdiği aktif bir süreç olarak ele almıştır (Rogers, 2016).
Klinik Pratik ve Acıdan Kaçış
Klinik pratikte sıkça görülen durumlardan biri şudur: Danışan iyileşmek ister, ama kabul etmekten kaçınır. Acının ağırlığını küçültür, yaşananları mantıkla açıklayıp geçer ya da duygulara temas etmeden hızlıca “iyi olma” noktasına ulaşmaya çalışır. Bu noktada iyileşme arzusu, aslında acıyla temas etmekten kaçınmanın daha sofistike bir yolu haline gelebilir. Sürekli daha iyi olmaya çalışmak, bazen daha iyi hissetmemeye tahammül edememek anlamına gelir. Bu anlaşılır bir durumdur. Kimse fiziksel ya da psikolojik acıyı yaşamak istemez elbette ama kaçtığımız acı ya da olumsuz olarak nitelendirdiğimiz duygular bize asıl ihtiyacımız olan farkındalıkları keşfetmemiz için yardımcı olacak rehberlerimizdir. Bu yüzden bunlardan kaçmak yerine onlara kulak verdiğimiz zaman iyileşmeye ilk adımı atmış oluruz.
Psikolojik Esneklik ve Değişim
Öte yandan yalnızca kabullenmeye odaklanmak da risklidir. “Ben buyum”, “hayat böyle”, “değişmez” gibi genellemeler, kişinin hareket alanını daraltabilir bu da iyileşme sürecinden çok pes etme sürecinin başlangıcı olabilir. Kabullenme, değişimin alternatifi değil; zemini olmalıdır. Psikolojik esneklik tam da burada devreye girer. Kişi hem olanı kabul edebilir hem de hayatında anlamlı değişiklikler yapabilir. Bu iki süreç birbirini dışlamaz; aksine doğru sırayla ele alındığında birbirini besler. Kısacası burada düşünce kalıplarını değiştirmemiz gerekmektedir. “Ben buyum”, “hayat böyle”, “değişmez” yerine “hayat bazen zorlayıcı olabilir ama her şey sabit değildir o yüzden yaşadığım bu acıda kalıcı olmayacaktır”, “Şu an böyle hissediyorum ama kalıcı olmayacak”, “Değişim, yavaş ve emek gerektiren bir süreçtir” gibi daha esnek ifadeler olarak değiştirebiliriz.
Yeni Bir Soru: Hayata Bağlanmak
Belki de soruyu yeniden formüle etmek gerekir. İyileşmek mi, kabullenmek mi sorusu yerine şunu sormak daha işlevseldir: “Şu anda hangi tutum beni hayata daha çok bağlar?” Bazen bu, yas tutmaya izin vermektir. Bazen sınır koymayı öğrenmek. Bazen de artık geçmeyecek bir duyguyla birlikte yaşamayı öğrenmektir. Psikolojik sağlık, sürekli iyi hissetmek değil; zor duygularla başa çıkma kapasitesidir.
Sonuç
Sonuç olarak iyileşme bir varış noktası değil, bir süreçtir. Kabullenme ise bu sürecin düşmanı değil, temelidir. İnsanı gerçekten güçlendiren şey, acıyı inkâr etmek ya da ondan kurtulmaya çalışmak değil; onunla dürüst bir ilişki kurabilmektir. Çünkü bazı yaralar kapanmaz, ama anlam kazanır. Ve bazen iyileşmek, tam olarak bu anlamı taşıyabilmektir.
Kaynakça
Frankl, V. E. (2018). İnsanın anlam arayışı (S. Budak, Çev.). İstanbul: Okuyan Us Yayınları. Rogers, C. R. (2016). Kişi olmaya dair: Terapötik bir görüş (S. Karayel, Çev.). İstanbul: Psikonet Yayınları. Yalom, I. D. (2017). Varoluşçu psikoterapi (Z. Babayiğit, Çev.). İstanbul: Kabalcı Yayınları.


