Yaşamı bir deniz yolculuğuna benzetmek, insanlık tarihinin en eski metaforlarından biridir.
İnsan, kendi içsel coğrafyasında bir gemidir; kararlar rotadır, hayaller yelkeni şişiren rüzgâr.
Ancak zaman zaman pusula bozulur, harita silikleşir, deniz karanlıklaşır. Gemi su üstünde süzülmeye devam eder ama nereye gittiğini kimse bilmez. Bu hâl, yalnızca bir yönsüzlük durumu değil; aynı zamanda derin bir aidiyet duygusu eksikliğiyle ortaya çıkan varoluşsal yönsüzlük deneyimidir.
Varoluşsal psikoloji bu türden yönsüzlük hâllerini yalnızca işlevsel bir dağınıklık olarak değil, bireyin yaşamla bağının gevşemesi olarak tanımlar. Bu kopuşun merkezinde ise sıklıkla aidiyet kaybı yer alır.
Aidiyet ve Psikolojik Köklenme
Aidiyet, bireyin yalnızca bir topluluğa ya da mekâna bağlılığı değildir. Aynı zamanda varlığını anlamlı, görünür ve geçerli kılan bir psikolojik bağ hissidir. Kişi ait hissettiği yerde kök salar, kendi tanımını orada yapar. Bu aidiyet duygusu, bireyin hayata yön verebilmesini sağlayan temel içsel pusulalardan biridir.
Varoluşçu düşünürler, insanın yönelme becerisini anlamla beslenen bir hareket olarak görür. Viktor Frankl, insanın temel motivasyonunun “anlam arayışı” olduğunu savunur; yönsüzlük, çoğu zaman bu anlamı kaybetmenin sessiz çığlığıdır. Ve bu anlam, çoğu zaman bir yere, birilerine ya da bir kimliğe aidiyetle inşa edilir. Yani “nereye gideceğini” bilebilmek için önce “nereden geldiğini” ve “nereye ait olduğunu” bilmek gerekir.
Aidiyetsizlik ve Hedefsizlik Arasındaki Bağ
Günümüz insanının en görünmez krizlerinden biri, bu bağlamda anlam kazanır. Birey bir işle meşgul, bir ilişki içinde, bir şehirde yaşıyor olabilir. Ancak içten içe “buraya ait değilim” duygusunu taşıyorsa, motivasyon dağılır, hedefler bulanıklaşır.
Hedefsizlik durumu bu noktada bir plansızlık ya da isteksizlik değil; derin bir sahipsizlik hissinin sonucu olarak ortaya çıkar. Frankl’a göre, hedefin yokluğu genellikle değersizlik hissiyle, yani bir yere ya da bir kimliğe kök salamamışlıkla iç içe geçer. Birey rotasını çizemediği için değil, o rotanın bir yere çıkaracağına inanmadığı için ilerleyemez.
Aidiyetin Kimlik Gelişimiyle İlişkisi
Aidiyetin bireyin benlik yapısıyla ilişkisi ise kimlik gelişimi kuramlarıyla daha net biçimde açıklanabilir. Erik Erikson’un psikososyal gelişim kuramında, özellikle ergenlik ve genç yetişkinlik dönemlerinde bireyin en temel gelişimsel görevi “kimlik kazanımı”dır.
Kişi, bu süreçte bir role, bir inanca, bir topluluğa ya da kendilik tanımına tutunarak kimliğini oluşturur. Ancak aidiyet duygusunun eksikliği, bu gelişimi sekteye uğratır ve “rol karmaşası”na neden olur. James Marcia’nın kimlik statüleri kuramında da “kimlik dağılması” (identity diffusion), yönsüzlükle karakterize edilir. Bu bireylerde hem bağlılık hem de keşif düzeyi düşüktür; kişi nereye gittiğini, neye ait olduğunu ve kim olduğunu bilemez hâle gelir. Bu, bireyin yaşadığı kimlik krizinin tipik bir göstergesidir.
Modern Dünyada Aidiyetin Zayıflaması
Modern dünyada aidiyetin zayıflaması, yalnızca sosyal bağların değil, bireysel yönelimlerin de kırılgan hâle gelmesine neden olur. Geçici gruplar, kısa süreli ilişkiler, hızlı tüketilen kimlikler arasında birey, kendi içsel yerleşikliğini yitirmeye başlar.
Bu durum, hedeflerin de yüzeysel ve kopuk biçimde belirlenmesine yol açar. Bir yere varmak isteyen insan, o yere ait hissedemiyorsa, tüm yolculuk bir tür savrulmaya dönüşür. Yalom’un varoluşsal kuramında bu savrulma hâli, “yalnızlık” ve “izolasyon” olarak karşılık bulur; birey hem çevreden hem kendi benliğinden uzaklaşır.
İçsel Liman ve Psikolojik Hareket Noktası
Aidiyetin yalnızca sosyal çevreyle değil, bireyin kendi iç dünyasıyla kurduğu ilişkiyle de bağlantılı olduğu unutulmamalıdır. Kimi zaman bir ev, bir şehir, bir meslek ya da bir insan, bireyin içsel limanı hâline gelir.
Bu liman, sadece barınak değil, aynı zamanda hareket noktasıdır. Kişi o noktadan kalkar ve hedeflerine doğru ilerler. Ancak bu liman yoksa, hedefler havada asılı kalır. Gerçekleşse bile tamamlanmış hissettirmez. Bu yüzden bir hedefin anlam kazanabilmesi için yalnızca geleceğe değil, aynı zamanda geçmişte ve şimdide hissedilen bir “köklülüğe” de dayanması gerekir.
Sonuç: Yön İçin Aidiyet Gerekli
Bu nedenle hedeflerin niteliğini sorgulamak, yalnızca plan yapma becerisini değil, aidiyet mekanizmalarının işlerliğini de değerlendirmeyi gerektirir. Birey kendini ait hissettiğinde, yönünü daha net çizebilir. Sahipsiz bir yürek, rotasını kolayca kaybeder. Rotasız bir gemi ise hiçbir zaman güvenli bir limana ulaşamaz.
Sonuç olarak, hedef belirlemek bireyin geleceğe ilişkin tutumudur; ancak bu tutumun kökleri geçmişte ve bugünde hissedilen aidiyette saklıdır. Aidiyet, yön duygusunu mümkün kılar; yön duygusu ise hedefleri anlamlı hâle getirir. Rotasızlık çoğu zaman, ait hissedilemeyen bir limanın sessizliğidir. Ve insan, ancak kendini bir yere ait hissettiğinde gerçekten yola çıkabilir.