Bazı akşamlar oluyor mu sende de? Evin sessizliğine oturuyorsun sadece… Konuşmak istemiyorsun kimseyle. Telefon çalsa ürküyorsun, bir mesaj gelse cevaplamak bile zor geliyor.
O anlarda, belki sen de fark ediyorsundur: Yorulmuşsun. Ama bu, bedenin yorgunluğu değil. Bu başka bir şey… Günlerdir başkalarının hikâyelerini dinleyip durmanın, içini başkasının sesiyle doldurmanın bir sonucu gibi. Kendi iç sesin, sanki kısılmış. Empatiyle yıkanmışsın ama artık kurulanamayacak kadar ıslanmışsın. Psikoloji dünyasında buna empati yorgunluğu diyoruz. Ama bence bu terim sadece klinik çerçevenin değil, günümüz insan ilişkilerinin de kalbine işaret ediyor.
Empati, başkalarının duygularını anlamamıza ve paylaşmamıza yardımcı olan değerli bir beceridir. Ancak empatinin de fazlası zarar verebilir. Evet, çoğu zaman empati bir erdem olarak anlatılır. Hissedebilmek, anlayabilmek, kendini bir başkasının yerine koyabilmek… Bunlar insana dair en kıymetli becerilerden.
Ama her şey gibi empati de sınırsız kaldığında ağırlaşır. Çünkü ne kadar iyi niyetle olursa olsun, bir başkasının acısına uzun süre tanıklık etmek, bir noktadan sonra insanın kendi duygularıyla bağını gevşetebilir.
Sadece yardım edenler, dinleyenler, profesyonel destek sunanlar değil; anne olanlar, arkadaşlarının derdini sırtlayanlar, sevgilisini anlamaya çalışanlar, hatta sosyal medyada bile başkalarının kırılganlıklarına sürekli maruz kalan herkes… Hepimiz bu yorgunluğu bir yerden tanıyoruz aslında.
Yani empati yorgunluğu, sadece meslekî bir kavram değil; duyarlı olmanın, açık kalmanın, sürekli anlayış göstermeye çalışmanın ruhumuzda bıraktığı izlerin adı.
Bu yorgunluk genellikle sinsice gelir. Önce göz teması kurmak zorlaşır. Dinlediğin her cümle kulağında çınlasa da kalbine dokunmamaya başlar. Günden güne, “İyiyim.” cevabı daha otomatikleşir, “Bugün yine kendimden çok başkalarıyla ilgilendim.” cümlesi içinden eksilmez olur.
Kendi duygularını bir yere koyar, orada unutur gibi yaşarsın.
Empati yorgunluğu, çoğu zaman tükenmişlik ile karıştırılır. Ancak tükenmişlik, genelde işin niteliğiyle, çalışma şartlarıyla ilgiliyken; empati yorgunluğu daha çok duygusal yüklemeyle ilgilidir.
Tükenmişlik genellikle kronik iş stresi, aşırı iş yükü ve kontrol kaybı gibi dışsal faktörlerin birikimiyle ortaya çıkar.
Oysa empati yorgunluğu, başkalarının acılarına sürekli tanıklık etmekten, bu acıları içselleştirmekten kaynaklanır.
Amerikalı psikolog Charles Figley’nin tanımı oldukça açıklayıcıdır:
“Empati yorgunluğu, başkalarının acılarını sürekli ve yoğun bir şekilde dinlemenin sonucunda ortaya çıkan, ruhsal olarak tükenmiş hissetme durumudur.”
(Kaynak: Figley, 1995)
Figley’nin de belirttiği gibi, empati yorgunluğu kişinin duyarlılığından beslenir. Tükenmiş birey çoğu zaman işiyle arasına mesafe koyar, motivasyonunu ve ilgisini kaybederken; empati yorgunluğu yaşayan kişi hâlâ ilgilidir, hâlâ duyar, fakat artık duymak ağır gelmeye başlamıştır.
Bu fark, empati yorgunluğunu daha görünmez ama bir o kadar da derin bir duygusal tükenme biçimi haline getirir. Bu nedenle empati yorgunluğunun önlenmesi ya da yönetilmesi, sadece iş yükünü azaltmakla değil, duygusal sınırları yeniden tanımlamakla mümkün olabilir.
Peki, nasıl?
Bu sorunun tek bir cevabı yok. Ama kendi pratiğimde işe yarayan bazı şeyler var.
Bazen gün bitiminde mum yakıp hiçbir şey yapmadan oturmak. Bazen yalnızca kedime bakmak. Bazen de sadece “Bugün kendim için ne yaptım?” sorusunu içtenlikle sorabilmek.
Bu soruların cevabı o kadar kıymetli ki… Çünkü cevap varsa, hâlâ orada bir “ben” vardır.
Kendine “Her zaman güçlü, anlayışlı ve dinlemeye hazır olmak zorunda değilim” diyebilmekle başlıyor her şey. Sınır çizmek bencillik değil; ruhun kendi alanını koruma refleksi.
Bazen bir telefon görüşmesini ertelemek, bir mesajı hemen cevaplamamak, içinden gelmiyorsa dinlememeyi seçmek… Bunlar suç değil, ihtiyaç.
Empati, sürekli açık kalan bir musluk olmamalı. Çünkü o zaman sadece başkasına değil, kendimize de yabancılaşırız.
Kendini hatırlamak, küçük molalar vermek, kendi duygularına dönüp “Ben nasılım?” diye sormak… İşte bu küçük adımlar, empati yorgunluğunun panzehri olabilir.
Tamamen ortadan kaldırmak mümkün olmayabilir ama onunla sağlıklı bir iletişim kurmak bu şekilde mümkün.
Sürekli verme hâlinden çıkıp, ara sıra durma ve dönme hakkını kendine tanımak, duygusal sınırlarını fark etmek, dinlemeye ara verebilmek, bazen sadece duymamayı seçmek…
Bunlar bencillik değil, duygusal sürdürülebilirliğin temelidir. Gün içinde küçük molalar vermek, seni iyi hissettiren insanlarla ve aktivitelerle zaman geçirmek, yalnız kalma ihtiyacını suçluluk duymadan sahiplenebilmek de bu sürecin önemli parçalarıdır.
Sonuç olarak:
Empati yorgunluğu, insan olmanın kırılgan ama bir o kadar da onurlu taraflarından biri.
Sadece dinlediğimiz için değil, dinlediklerimizi kalbimize gömdüğümüz için yoruluyoruz.
Bu yazı da bir hatırlatma olsun: Kendimizi kaybetmeden başkalarına alan açabiliriz.
Gerekirse geri çekilerek, gerekirse “bugün dinleyemem” diyerek, gerekirse sadece sessizlikle…
Empati, özden beslenir. Ve öz, ilgi ister, bakım ister.
Yorulmak suç değil. Ama kendimizi ihmal etmek, uzun vadede yalnızca başkalarına değil, kendimize de iyi gelmez.
Empati yorgunluğunu tanımak, ona alan açmak, aslında daha sahici bir insanlık ilişkisine giden ilk adım olacaktır.
Kendini ihmal ederken kimseye fayda sağlayamazsın.
Unutma, anladığın kadar anlaşılmaya da ihtiyacın var.