Terapist kimliği, çoğu zaman başkalarının duygularına tanıklık etmekle eş anlamlı kabul edilir. Oysa terapi odasında sessizce akan başka bir gerçek daha vardır: Terapist de insandır. Duygulanır, yorulur, etkilenir, kimi zaman kendi geçmişine dokunan izlerle karşılaşır. Richard Erskine’in integratif psikoterapi yaklaşımında vurguladığı gibi, terapistin şefkatli tanıklık ile ve ilişkisellik içinde danışanı duyumsaması kadar, kendi içsel deneyimine de temas edebilmesi hayati önemdedir.
Bu yazının odağında yer alan “şefkatli mesleki yansımalar” ifadesiyle, yalnızca teknik bir gözle değil; insan olmanın kırılganlığını dışlamadan, mesleki deneyimlere dönüp bakmayı kastediyorum. Bir terapist olarak danışanın acısına eşlik ederken kendimde neye temas ettiğim, hangi duyguların içimde yankılandığı ve bütün bunları nasıl taşıdığım — işte bu alan, mesleki iç gözlemin yalnızca zihinsel değil, duygusal ve bedensel katmanlarını da içeriyor. Bu yansımaları şefkatle ele almak ise, mesleki olarak tükenmeden kalabilmenin, özşefkati bir profesyonel beceriye dönüştürebilmenin yolu olabilir.
Şefkatli Tanıklık ve Mesleki Sınırlar
Terapist kimliği, yalnızca dinlemekle değil, duymakla; yalnızca anlamakla değil, hissetmekle de ilgilidir. Terapistin danışanla kurduğu bağda, görünmez bir alan vardır: Şefkatli tanıklık. Bu tanıklık, bir başkasının acısına yalnızca profesyonel bilgiyle değil, insan kalbiyle de eşlik etmeyi gerektirir. Richard Erskine’in tanımıyla şefkatli tanıklık, terapistin yalnızca teknik becerilerle değil, derin bir içsel farkındalık ve açıklıkla da seansa katılmasını ifade eder.
Ancak bu şefkatli tanıklık, bir süre sonra terapist için içsel bir yük haline gelebilir. Her seans, fark edilmeden bırakılan bir tortu gibi terapistin bedeninde ve ruhunda iz bırakabilir. Bu noktada devreye mesleki sınırlar girer. Şefkatle eşlik etmek, empati kurmak ve duygusal olarak etkilenmek mümkündür; fakat bu etkilenmenin terapistin benliğini aşındırmasına izin vermemek gerekir. Sınır koymak, duygusuzluk değil, sürdürülebilir şefkatin koşuludur. Terapist, duygusal emek verirken kendi sınırlarını tanımalı ve zaman zaman bu sınırları gözden geçirme cesaretini göstermelidir. Sınırlar yalnızca danışanı değil, terapisti de korur. Çünkü terapist, insani olarak etkilenmeye açık olduğu sürece gerçekten temas edebilir — fakat bu temasın ağırlığını taşıyabilmek için kendi içsel kaynaklarını canlı tutmak zorundadır.
Terapistin Beden Farkındalığı
Her terapi seansı, yalnızca zihinsel bir süreç değil, aynı zamanda bedensel bir deneyimdir. Terapist danışanı dinlerken sadece sözcüklerle değil, bedeninin ince sinyalleriyle de temas hâlindedir. Bazen hafif bir omuz ağrısı, bazen içe çekilen bir nefes ya da seans sonrası yaşanan bir yorgunluk… Bunların hepsi terapistin içsel sürecine dair sessiz işaretlerdir.
Beden, terapistin duygusal yüklerini, zorlanmalarını ya da seansa dair taşıdığı fazlalıkları sıklıkla dile getirir. Ancak modern terapötik pratikler, çoğu zaman yalnızca söze ve bilişsel sürece odaklandığı için, bu sessiz mesajlar fark edilmeden geçip gidebilir. Oysa beden farkındalığı, hem terapistin tükenmesini önlemek hem de mesleki dayanıklılığını artırmak açısından kritik önemdedir.
Richard Erskine’in de vurguladığı gibi, terapistin “ilişkisel varlığı” yalnızca zihinsel değil, bedensel bir hazır bulunuşluğu da içerir. Bu nedenle beden farkındalığı, terapistin hem danışanla hem de kendi içsel süreciyle temasta kalabilmesini sağlar. Seans öncesi ve sonrası kısa bedensel taramalar, farkındalık egzersizleri ya da sadece bir süre sessizce oturmak bile, terapistin kendine dönebilmesine ve ihtiyaçlarını fark edebilmesine zemin hazırlar. Terapist bedenini duyduğunda, sınırlarını daha net çizer, neye hazır olduğunu bilir ve danışanı ile kurduğu bağda daha otantik bir şekilde yer alır. Beden farkındalığı, zihinsel farkındalığı derinleştirir; böylece şefkatli tanıklık, yalnızca dışarıya değil, içerideki varoluşa da uzanır.
Sonuç
Terapist kimliği, yalnızca başkalarının yüklerini taşımak değil, aynı zamanda kendi içsel yüklerini fark etmekle de ilgilidir. Terapötik süreçte şefkatli tanıklık sunabilmek için terapistin kendi sınırlarını, ihtiyaçlarını ve bedeninin taşıdıklarını gözetmesi gerekir. “Terapist kimliğinin de insan olduğu yer”, yalnızca meslekî bir pozisyon değil; kırılganlıkla temas edilen, özşefkatle bakılan ve insan olmanın tüm hâllerine alan açılan içsel bir mekândır. Bu alanı koruyabildiğimizde, şefkat yalnızca danışana değil, terapiste de dokunur ve belki en çok da orada, gerçek bir iyileşme başlar.
Kaynakça
Erskine, R. G. (2021). İlişkisel Örüntüler, Terapötik Varoluş: İntegratif Psikoterapinin Kavramları ve Uygulamaları (Çev. Ed. Muzaffer Şahin). Nobel Yayıncılık.
Norcross, J. C., & Guy, J. D. (2007). Leaving It at the Office: A Guide to Psychotherapist Self-Care. Guilford Press.
Figley, C. R. (2002). Compassion Fatigue: Psychotherapists’ Chronic Lack of Self-Care. Psychotherapy in Practice, 58(11), 1433–1441.