Pazar, Nisan 27, 2025

Haftanın En Çok Okunanları

Son Yazılar

Bir Kafede Var Olmak: Yalnızlığa ve Sosyal Bağlara Temas

Bir kafeye sadece kahve içmek için mi gideriz?

Evimizde yapabileceğimiz pek çok şeyi neden özellikle bir kafede yapmayı seçeriz?

Neden bir kafede bulunmak bizi daha iyi hissettirir?  

Bu soruların peşine düştüğümde kendimi yine bir kafede buldum. Şu anda bu satırları bir kafede, bilgisayarımı açmış, kahvemi yudumlarken yazıyorum. Etrafımı izliyor ve birbirinden farklı birçok insan görüyorum: sohbet edenler, çalışanlar, kitap okuyanlar veya sessizce etrafı izleyen kişiler var. Farklı amaçlarla gelmiş olsak da bizi burada bir araya getiren ortak bir duygu var. Belki ayrı masalardayız, hatta doğrudan bir iletişim kurmuyoruz, ama birbirimizin varlığını hissediyoruz. Öyle ki sessiz ve gönüllü bir ortaklığın içindeyiz. Burada, yalnızız ama birlikteyiz.

Görünürde bir kahve içmek için gelmiş olabiliriz. Ancak temelinde daha güçlü ve derin bir anlam var. Burada, varoluşumuzun temelindeki bir ihtiyaca karşılık buluyoruz: Bir arada olma arzusu.

Sosyal Bağların Kökeni: Evrimsel ve Psikolojik Bir Bakış

İnsan, varoluşunun en temelinde sosyal bir canlıdır. Bu sebeple varlığımızı sürdürebilmemiz için başka insanlarla birlikte olmaya ve onlarla etkileşim kurmaya ihtiyaç duyarız. Beynimiz, yalnızlığı gerçek bir tehdit olarak algılar (Baumeister & Leary, 1995). Ne de olsa sürüden ayrılan hayatta kalamazdı. Öyle değil mi?

Evrimsel süreçte hayatta kalma şansımız, bir grubun parçası olup olmamamızla yakından ilişkiliydi ve sosyal bağlar kurmak hayati bir öneme sahipti. Bugün, fiziksel olarak hayatta kalma tehlikesi yaşamıyor olabiliriz, ama psikolojik olarak hâlâ ait olmaya ihtiyaç duyuyoruz. Psikolog Abraham Maslow’un ihtiyaçlar hiyerarşisinde “ait olma” ihtiyacı, insanın fizyolojik ve güvenlik ihtiyaçlarından hemen sonra gelir (Maslow, 1943). Dolayısıyla bizi sosyal bağlara yaklaştıran herhangi bir yer, bilinçli ya da bilinçdışı bir şekilde, tercih sebebi haline gelir. Belki de bu yüzden kafeleri tercih etme sebebimiz bir kahve içmekten fazlasıdır; kendimizi bir yere ait hissetme arayışımızdır.

Agoralardan Kafelere: Toplumsal Alanların Tarihi

Tarihe baktığımızda da insanlar, yalnızca fizyolojik ihtiyaçlarını karşılamakla yetinmemiş, aynı zamanda bir arada olmak, paylaşmak ve görünür olmak gibi sosyal ihtiyaçlarını da karşılayabilecekleri alanlar inşa etmişlerdir. Bu toplumsal alanlar, her dönemin kendi kültürüne, ihtiyaçlarına ve şartlarına uygun olarak farklı şekiller almıştır.

Antik Yunan’daki agoralar, Antik Roma’daki forumlar, Osmanlı’daki kahvehaneler ve Avrupa’daki brasserieler… Her biri, insanların bir araya gelme ihtiyacının tarihsel yansımalarıdır. Bu alanlar, aidiyet, güvenlik ve ortaklık hissinin doğduğu yerlerdir. İnsanlar, bir arada olmanın doğallığını ve sürekliliğini mümkün kılmayı amaçlamıştır.

Günümüzde, bu tarihsel birikimin modern yaşamda karşılık bulduğu yerlerin başında kafeler geliyor. Bugünün kafeleri, geçmişin agoralarının bir uzantısı olarak yeni nesil sosyal alanlara dönüşmüş durumda. Giderek artan sayıları ve her yaştan kalabalığı çekiyor oluşları, onların oldukça işlevsel olduğunu gösteriyor. Bir kafede otururken etrafımızdaki yabancıların varlığı, bizi hem geçmişimize hem de evrensel bir duyguya bağlıyor: Birlikteysek güvendeyiz.

Üçüncü Mekan: Ev Değil, İş Değil, Arada Bir Yer

Sosyolog Ray Oldenburg’un ortaya attığı “üçüncü mekan” kavramı, ev (birinci mekan) ve iş (ikinci mekan) dışında kalan, bireyin özgürce var olabildiği ve sosyal etkileşim kurabildiği alanları tanımlar (Çakı & Kızıltepe, 2017). Kafeler, bu tanıma neredeyse kusursuz biçimde uyar.

Üçüncü mekanlar, evin mahremiyetinden ve iş yerinin disiplininden uzaktır. Burada sosyal etkileşime açığızdır, ancak sosyalleşme baskısı hissetmeyiz. Kimliksiz ve sorgusuz bir şekilde yalnız kalabilir veya sosyalleşebiliriz. Dış dünya ile bağ kurmak ya da sadece orada var olmak… Her iki seçenek de eşit derecede mümkündür. Tam da bu yüzden kafeler, bu özgürlük haliyle çağın hızına ve yalnızlığına karşı bir tür modern sığınaklar haline gelir.

Modern Sığınaklar: Anonim Kalabalığın Gücü

Teknoloji çağında, dijitalleşme ve çevrim içi yaşantılar birçok kolaylık sağlasa da, beraberinde sosyal izolasyonu getirebiliyor. Yalnızlık, çağın görünmez salgını haline gelirken, kafeler, bireyi kalabalığın içine taşıyan panzehri sunuyor. Anonim bir kalabalığın içinde görünür olduğumuzu fark edebiliyor ve başkalarıyla bir arada olduğumuzu hissedebiliyoruz.

Epley ve Schroeder’in (2014) toplumsal alanlarda yaptığı deneylerde, yabancılarla sohbet eden bireylerin gün sonunda kendilerini daha mutlu ve tatmin olmuş hissettikleri görülmüştür. Tanımadığımız biriyle kurduğumuz küçük ve yüzeysel etkileşimler (bir baristayla kısa bir diyalog ya da yan masadaki biriyle paylaşılan gülümseme gibi), dopamin seviyemizi artırıp bağ kurma ihtiyacımıza nazikçe dokunabiliyor. Birbirimizi tanımasak da ortak bir varlık alanını paylaşmak, modern yalnızlığın yükünü hafifletebiliyor. Burada, belki yalnızız, ama birlikte ve güvendeyiz hissini paylaşabiliyoruz.

Bir Kafeye Gitmek: Hayatın İçine Karışmak

Bir kafeye gitmek, aynı zamanda psikolojik bir hareketliliktir. Oraya gitmeye karar verdiğimizde bir amaç ediniriz ve hazırlık sürecine gireriz. Kendimize özen gösterir, kıyafetimizi düzenler, çantamızı hazırlar ve dışarı çıkarız. Bu süreç, bizi hayatın akışına yeniden dâhil eder. Dış dünyayla temas kurmamızı sağlayarak hayatın içinde olduğumuzu hissettirir.

Kafeye adım attığımız anda ise çevresel uyaranların etkisiyle duyularımız canlanır. Kahve kokusu, fondaki müzik, kahve makinesinin sesi, ortamın hafif uğultusu, etrafımızdaki insanların varlığı ve hareketliliği… Tüm bunlar, sanki bize “hayattasın” der. Bizi içine çeken bu atmosferin bir parçası oluruz. Orası sadece bir mekan değildir artık; duyularımızı, duygularımızı ve varlığımızı sarmalayan güvenli bir alandır. Kendimizi daha canlı, sakin ve iyi hissetmeye başlarız.

Sonuç

İnsan, varoluşunu başka insanlarla kurduğu sosyal bağlarla anlamlandırır. Bir arada olmak ve var olduğumuzu hissetmek için ortak alanlara ihtiyaç duyarız. Bu temel ihtiyaç, tarih boyunca varlığını korumuştur. Antik agoralardan bugünün kafelerine uzanan tarihsel süreklilik, birlikte olma arzumuza dair güçlü bir kanıttır.

Kafelerde geçirdiğimiz zaman, bir kahveden daha fazlasını ifade ediyor. Görünür olduğumuzu fark ediyor ve bir kalabalığın parçası olarak “ben de buradayım” diyebiliyoruz. Modern yaşamın hızında bir nefes alıyor, yalnızlığımızı paylaşıyor ve varlığımızı başkalarının varlığıyla anlamlandırıyoruz. Belki de bu yüzden evimizde yapabileceğimiz pek çok şeyi kafe masalarına taşıyoruz. Tıpkı kültürümüzdeki gibi, bir kahvenin hatırını taşıyor ve birlikteliğimize bir bahane buluyoruz.

Yazının başında dediğim gibi, bu satırları yazarken ben de bir kafedeyim. Etrafıma bakıyorum ve bizi burada bir arada tutan o güçlü cevap zihnimde yankılanıyor: Yalnız Değilim.

Kaynakça

Göksu Çerme
Göksu Çerme
Göksu ÇERME, TED Üniversitesi’nde tam burslu ve onur öğrencisi olarak lisans eğitimini tamamladıktan sonra Bilişsel Davranışçı Terapi (BDT), Şema Terapi, Kabul ve Kararlılık Terapisi (ACT) ile Çocuk ve Ergen Terapisi alanlarında aldığı eğitimler sayesinde kendini geliştirmeye devam etmiştir. Çeşitli sektörlerde psikolojik bakış açıları kazanan, aktif olarak psikoterapi pratiği ve danışan deneyimleriyle bilgi birikimini dijital platformlarda paylaşan Göksu, güvenilir bilginin toplumsal dönüşüm için anahtar olduğuna inanmaktadır. Çalışmalarında psikolojinin anlaşılır kılınmasını önemseyerek bilimsel yöntemler doğrultusunda bireylerin zihinsel sağlığını desteklemeyi amaçlamaktadır. Alanındaki bilgi ve deneyimini güncel tutarak psikoloji biliminin geniş kitlelere ulaşmasını sağlamaktadır.

CEVAP VER

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz

Popüler Yazılar