Biz kadınlar çoğu zaman başkalarının kurduğu düzende, kendi benliğimizi aramaya çalışıyoruz. Toplumun, ailenin, hatta bazen inanç sistemlerinin içimize yerleştirdiği kurallar; kim olduğumuzu değil, kim olmamız gerektiğini söylüyor. Kadın, hem görünmez hem sessiz bir yere itiliyor. Üstelik bu görünmezlik, zamanla içselleştiriliyor ve sorgulanmaz hale geliyor (Arat, 1994). Ama belki de dönüşüm, tam da bu sessizliğin içinde başlıyor. Bu yazıda, toplumun bize çizdiği rolleri, bilinmezlik korkusunu ve kimliğimizi nasıl yeniden inşa edebileceğimizi kendi mesleki ve kişisel penceremden anlatmak istiyorum.
Ataerkil Düzen ve Kadının Yeri
Toplumda hâkim olan sistemin başrolü hep erkeklere yazılmış. Tanrı bile erkek, evin reisi erkek, karar verici erkek. Kadın ise bu düzenin sessiz bir destekçisi gibi. Ne zaman bilgiye ulaşsa, ne zaman konuşsa; ya deli ilan ediliyor ya da fazla bulunuyor (Erasmus, 2003). Yani kadın, ya aşırı ya yetersiz; ya çok görünür olduğu için tehlikeli ya da yeterince uymadığı için dışlanmış sayılıyor. O yüzden birçok kadın, aslında çok şey bilmesine rağmen konuşmuyor; çok şey hissetmesine rağmen göstermiyor. Sessizlik bazen bir korunma biçimine dönüşüyor.
Kimlik ve Toplumsal Roller
Yüzyıllardır görünmeyen yüzümüz aslında bize kimlik dediğimiz şeyin sadece bireysel bir mesele olmadığını gösteriyor. Kimliğimiz, yalnızca içimizden gelenle değil; dışarıdan üzerimize yapıştırılan rollerle de şekilleniyor. Toplumun dayattığı rolleri giymeye zorlanan her birey, özellikle de kadınlar, kendine yabancılaşmaya başlıyor (Kağıtçıbaşı, 2010). Bizden itaat etmemiz, sessiz kalmamız, fedakâr olmamız bekleniyor. Kendini gerçekleştirmek isteyen, farklı olmak isteyen, kalıplara sığmayan kadın ise bu yapının gözünde bir tehdit haline geliyor. Ve bunun bedeli genellikle suçlulukla, yalnızlıkla ya da dışlanmışlıkla ödetiliyor. Oysa benliğimizi oluşturmak, korkudan değil, seçimden beslenmeli.
Bilinmezlik ve Cesaret
Ve evet, bilinmezlik… Ölüm, kimlik, yönelim, gelecek… Ne olacağını bilememek, en büyük korkularımızdan biri. Belirsizlik, zihinde sonsuz senaryo üretir ve biz çoğu zaman en karanlık olana tutunuruz. Ama bir şeyin kesinliğini bilmek, bazen cesaret verir. İnsan böylece neyi istediğini, kim olmak istediğini daha net görmeye başlar (Kağıtçıbaşı, 2010). Bastırılmış arzular açığa çıktığında, o arzuların kendisi değil; onları bastırmış olmak yaralar bizi. Erkeklik ve kadınlık kalıpları çözülür, duygular ve roller yalnızca insana ait olur (Berktay, 2003). Ve bu noktada, birey nihayet nefes almaya başlar.
Kadının Dönüştürücü Gücü
Eril düzenin hep düzen getirdiği söylenir ama aslında çoğu zaman o düzenin içinde boğuluruz. Kuralların, sınırların, beklentilerin ortasında bizden beklenen hayatı yaşarken, kendi hayatımızı ıskalıyoruz. Kadının yön verdiği bir yapı ise daha şefkatli, daha empatik ve daha insani olabilir. Çünkü kadınlar, yalnızca kendi yaralarını değil; başkalarının yaralarını da taşıyarak büyüyor. Kadın sadece doğuran değil, dönüştüren bir varlık. Sessizliğiyle değil, sesiyle yazmalı bu düzeni (Arat, 1994).
Var Olmak ve Kendileşmek
Var olmak, sadece nefes almak değil. Gerçekten yaşamak, kendi sesini bulmak, kendi kararlarını verebilmek. Kendine ait bir yol çizmek. Ataerkillik, bu alanı sürekli daraltıyor. Ama biz kadınlar her sorgulamamızda yeni bir kapı açıyoruz. Belki küçük bir çatlakla başlıyor, ama zamanla gökyüzümüz çiçek açıyor. Bazen küçücük bir farkındalık, tüm hayatı değiştiriyor. Bazen yalnızca “Bu bana ait değil” diyebilmek bile bir devrimdir.
Kadının Görünmezliğini Görünür Kılmak
Kadının görünmezliğini görünür kılmak, yalnızca kadınlar için değil; herkes için bir özgürleşme yolu. Çünkü kadın susturulduğunda sadece kendi değil, tüm toplum eksik kalıyor. Kimliğimiz bize atanmış rollerle değil, kendi seçimlerimizle anlam kazanıyor. Ve hepimizin, bu hayatta kendi hakikatini yaşama hakkı var.
Bir Psikoloğun Gözünden
Yazdıklarım, sadece bir psikolog olarak değil; aynı zamanda bu sistemin içinde büyümüş, kendi sesini aramış ve kendi yolunu bulmaya çalışan kadınlara şahit olmuş bir kadın olarak deneyimlerimden süzüldü. Erkek hegemonyasına sığdırılmaya çalışılan, bize sunulan şu küçücük dünyada görüyorum ki: Kadınlar başkaları ne isterse onu yaşarken, kendi arzularını, hayallerini ve seslerini unutuyor. İç sesimiz kısık değil; bastırılmış. İşte tam da bu yüzden bu yazıyı yazdım. Belki bir yerlerde bir kadın okur ve “Benim de çiçek açacak bir gökyüzüm olabilir” der diye.
Sonuç: Çiçek Açan Gökyüzü
Son olarak biliyorum ki: Bize çizilen sınırların dışına taşan her adım, bir çiçeğin çatlak betondan filizlenmesidir. Ve biz kadınlar, artık yalnızca çiçek değil, kök salıyoruz.