İzlemekten, onlarla vakit geçirmekten hiç bıkmayacağımız insanlar vardı eskiden. Onların yaşlarına gelmeyi ve onlar gibi gözükmeyi iple çektiğimiz. Belki bir büyüğümüz, belki bir öğretmen ya da bir oyuncu. Şimdi geldiğimiz yaşlara baktığımızda kendimize dönüp sorgulamadan edemiyoruz:
Gösterişsiz, öylesine dururken bile imrendiğimiz insanlar olabildik mi? Hiç onlar gibi hissedebildik mi?
Yoksa hâlâ onlar gibi olmak isteğini bırakamadık mı?
Okumaya birkaç saniye bile olsa ara verelim ve şu an nelere sahibiz, aklımızdan bir bir geçirelim. Kendimize dair kurduğumuz hayalleri, büyürken örnek aldığımız kişileri ve onların gözümüzde ne kadar da büyük olduğunu hatırlayalım.
Benlik Algısı ve Zamanın Dönüştürücü Etkisi
Şimdi düşündüğümüzde, çocukluğumuzda kalan o insanların bizden farkı neydi? Gerçekten bir farkları var mıydı?
O zamanlar anlam veremediğimiz bir şey vardı onlarda: Telaşsızlık, bir kabul hali. Zamanla fark ettim ki onların “kusursuzluğu” eksikliklerini kabul etmiş olmalarından geliyordu. Belki de bu nedenden dolayı biz yaş aldıkça hâlâ olmak istediğimiz kişi birkaç adım uzağımızda kalıyor. Yaşadığımız zaman, kusurlarımızı kabul etmemize zaman tanımıyor. Onlarla yaşamaya fırsat bulamıyoruz. Kabulleniş için fazla telaş içindeyiz.
Tüm bu düşüncelerin ardında, aslında var oluşumuzdan beri zihnimizi şekillendiren düşünce sistemleri var. İnsan davranışına bir açıklama getirmeye çalışan bu yaklaşımlar, aslında gündelik yaşantımızda hissettiğimiz duyguların arka planını görünür hale getiriyor.
Motivasyon, Hedefler ve Öz Yeterlilik
Örneğin Locke, insan motivasyonunun zorlu ve apaçık hedefler doğrultusunda arttığını söyler. Bandura ise, öz yeterlilik — kişinin bir davranışı gerçekleştirmek için olan inancı — ve bireyin davranışları arasında bir bağ olduğunu vurgular.
Belki de bu sebepten zihnimiz çocukluğumuzdan itibaren hedeflerle örülü. Daha o zamanlardan başlıyoruz aslında “Büyüyünce ne olacaksın?” sorusuyla tanışmaya. Ve fark etmeden bile olsa yaşamımız boyunca bu sorunun izinden yürümeye devam ediyoruz. “Orada olma” diye adlandırdığımız bu his aslında durmayan bir süreç.
İnsan hiçbir zaman tüm arzularını yerine getiremez, getirse bile bununla yetinmeyi bilemez — çünkü zihin ona sürekli yeni bir hedef çizer.
İdeal Benlik ve Gerçek Benlik Çatışması
Bu noktada Carl Rogers devreye giriyor. Rogers’a göre kişiliğimizin iki ayrı bileşeni var — ideal benlik ve gerçekte olan benlik.
İdeal benliğimiz “Nasıl biri olmalıydım?” sorusunun cevabıdır; gerçek benlik ise ne hissediyorsak, neye inanıyorsak odur. Ve bu ikisinin arasındaki uçurum ne kadar artarsa, bizi o kadar aşağıya çeker; benliklerimiz arasında kaybolup gideriz.
Bu teoriler, fikirler bize yalnızca kitaplarda değil, günlük hayatımızın içinden de bize fısıldıyor. Bazen bir mağaza vitrininde, bazen dinlediğimiz bir şarkıda, hatta tanıdık bir yüzün fotoğrafında bile bu çatışmayı hissederiz. “Olmamız gereken” kişiyle “olduğumuz” kişi anılardan sıyrılıp bir araya gelmeye çalışır ve tam olarak örtüşemez. O anlarda anlam veremediğimiz garip bir huzursuzluk hissederiz. Hayranlık duyduğumuz o insanları anımsar, hatırladığımız dinginliğe ulaşmak isteriz ama zihnimiz bizi acele ettirir. Bir arzunun yerini başka bir arzu alır, çünkü bugün içinde bulunduğumuz gündelik yaşam bizi ve hatta zihnimizi devamlı harekette tutmaya çabalar.
Kendimize Dönmenin Gücü
Kendinize dönüp baktığınızda ne hissediyorsunuz? Bir zamanlar hayran olduğumuz insanların çabasız dinginliğinin, zarafetinin içinde miyiz?
Yoksa hâlâ onlara yetişmeye, “birileri gibi” olmaya çaba mı gösteriyoruz?
Aslında şunu fark ediyorum: O insanlar bana kusursuz göründüklerinde, gerçekte yalnızca hayatın ritmine teslim olmuşlardı. Bizim kadar çok sorgulamayan, daha çok kabullenen ve yaşamın içindeki sessizlikte anlam bulabilen insanlardı.
Hâlâ onların bildiklerini, hayatlarında bulabildiği şeyleri bulabildiğimi en azından kendim için düşünmüyorum. Ama zamanla şunu öğrendim: o insanların gözümde büyümesi, onların daha değerli kişiler olmasından değil; benim daha az sorguladığım ve daha çok hissettiğim bir çağda olmamdandı.
O hissi yeniden bulmak için yaş almak yeterli gelmiyor. Yaşamın ortasında gerçekten durup kendimi yeniden tanımaya ihtiyacım olduğunu hissediyorum.
Ve belki de bu yüzden hep birkaç adım ötemizde, karşımızda kalıyor o “olmak istediğimiz kişi.” Aslında mesele hiçbir zaman onlar gibi olmak değildi.
Kendimize yaklaştığımız her an, biraz daha onlara benziyor olmamız ve benlikimizden uzaklaşmamızdı.
Kaynakça
-
Bandura, A. (1997). Self-efficacy: The exercise of control. W.H. Freeman.
-
Locke, E. A., & Latham, G. P. (2002). Building a practically useful theory of goal setting and task motivation: A 35-year odyssey. American Psychologist, 57(9), 705–717.
-
Rogers, C. R. (1961). On Becoming a Person: A Therapist’s View of Psychotherapy.