Bazı danışanlar terapiye geldiklerinde ellerinde sanki zihinsel bir harita tutar. Her düşünce, her duygu, her davranış bir açıklamaya bağlanmıştır. Bir neden bulunmuştur. “Bunu yapmamın sebebi muhtemelen çocukluğumdaki şu olay”, “Sanırım böyle tepki vermemin altında çocukluktan gelen sevgi eksikliği var”, “Kendimi kötü hissettim çünkü bilinçdışı bir suçluluk taşıyorum”…
Kendini anlamaya çalışmak elbette çok kıymetli bir adımdır. Ama bazen bu çaba, kontrolden çıkar. Kimi zaman zihnimiz, yaşadığımız her anı analiz etmek, her duygunun arka planını çözümlemek ve her davranışın psikolojik kökenini bulmak için gereğinden fazla çalışır. Hatta odak noktamız değişir ve zihnimiz kendini sürekli bir arayışta bırakır. İşte tam da burada durmak gerekir: Her şeyin bir anlamı olmak zorunda mı? Ve daha önemlisi: Her anlam, bilinçli bir şekilde çözülmek zorunda mı?
Aşırı analiz zihinsel yorgunluk yaratır
Popüler psikolojide bu duruma “overthinking“, yani aşırı düşünme deriz. Aşırı analiz, aslında zihnin güvenlik arayışından doğar. Bilinmeyene tahammül edemeyen zihin, kontrolü eline almak ister. Bu yüzden her duygunun, her tepkisinin kökenini bilmek ister. Ancak bu süreç zamanla yorucu hale gelir. Beyin sürekli tehdit algısındaymış gibi tetikte kalır, bu da hem anksiyete düzeyini artırır hem de karar verme becerilerini bozar.
Yapılan araştırmalar, özellikle ruminasyon (olumsuz düşünceleri sürekli tekrarlama) eğilimi olan bireylerin depresyon ve anksiyeteye daha yatkın olduğunu gösteriyor. Bu durum, zihinsel faaliyetin artmasına rağmen içgörü kalitesinin düşmesiyle sonuçlanabiliyor. Yani çok düşünmek her zaman daha iyi anlamak anlamına gelmiyor.
Freud da terapilerinde sadece nedenleri keşfetmeye değil, bu nedenlerle nasıl ilerlenebileceğine odaklanırdı. Her davranışın bilinçdışı bir nedeni olabilir, evet. Ama bu, her birinin illa ki bilinçli düzeye çıkarılması gerektiği anlamına gelmez. Freud’un sıkça alıntılanan bir sözü vardır: “Bir puro, bazen sadece bir purodur.” Bu söz, her şeyin sembolik ya da derin bir anlam taşıması gerekmediğini hatırlatır. Bazı duygular sadece gelir ve geçer; bazı tepkiler ise o anda öyle hissettiğimiz için ortaya çıkar. Hayatın her anına psikolojik bir açıklama yüklemeye çalışmak, bazen o anın basitliğini ve doğallığını kaçırmamıza neden olabilir.
Duygularla kalmak, analizden daha değerlidir
Bazen bir duyguyu anlamaya çalışmadan sadece yaşamak, çok daha yardımcıdır. Üzgünsen üzül. Kızgınsan kız. Her duygunun bir açıklaması olmak zorunda değil. Ve her açıklama iyileştirmez. Bazen açıklamaya çalışmak, duygunun kendisinden kaçmak için bir yöntem haline gelir. Kimi danışanlar kendini ağlamaktan alıkoyar ama “Bu duygunun kökeni nedir acaba?” diye saatlerce düşünür. Oysa birkaç damla gözyaşı, sayfalarca analizden daha fazla rahatlatabilir.
Kendimizi tanımak, kontrol etmekle değil, kendimizi olduğumuz haliyle kabul etmekle başlar. Yaşadığımız duygulara ve içsel deneyimlere direnç göstermeden onlarla kalabilmek, psikolojik sağlamlık göstergesidir. Bu da zihnin analiz modundan “şefkat ve farkındalık” moduna geçmesini sağlar.
Her sorunun bir cevabı olmak zorunda değildir
Zihin, çözüme ulaşamadığında bile “bir şey yapmış olma” hissini sever. Ama kişisel gelişim her zaman çözüm üretmekle ilgili değildir. Bazen büyüme; durmayı, beklemeyi, kendiyle kalmayı ve hatta anlam verememeyi öğrenmekle başlar. Her sorunun cevabını bilmek zorunda değilsin. Ve her duygunun anlamını çözmek, onu geçerli kılmaz. Onu hissetmen yeterli olabilir.
Terapi de sadece cevap aramak değil; bazen sorularla kalabilme cesaretidir. Kendini anlamak, hayatı da anlamak demektir ama hayat, her zaman bir denklem gibi çözülmez. Bazen yaşanır. Bazen geçer. Bazen biz hiçbir şey yapmadan, kendi doğal ritminde şekillenir.