Kültürel olarak içselleştirilmiş kaderci inanç sistemleri, bireyin yaşadığı psikolojik travmaları ve duygusal çatışmaları çoğu zaman sorgulamadan bir teslimiyetle kabullenmesine sebep olur. Bu kaderci bakış açısı, bireyin yaşadığı zorlayıcı olaylara aktif zamansal olarak tepki vermesi yerine, duygularını bastırmasına ve bilinçdışına itmesine neden olur. Bastırılan bu duygular, zihinde işlenemedikleri yani yeteri kadar tanımlanıp, anlamlandırılıp, adlandırılamadıkları ve duygusal olarak yeterince deneyimlenemedikleri için zamanla bedene yönelerek psikosomatik belirtilere veya daha derin bedensel semptomlara dönüşür.
Literatürde bu durum somatizasyon olarak açıklanmaktadır. Bastırılan duyguların, yaşanan ruhsal çatışmaların fiziksel belirtilerle dışavurum hali… Bir başka deyişle bedenin ifade biçimi. Bu yazıda, kadercilik, bilinçdışı mekanizmalar, somatizasyon ve bedensel hastalıklar arasındaki bağlantıyı beden odaklı psikoloji alanından yararlanarak ele alacağız.
Bilinçdışı Mekanizmalar ve Kader Algısı
Carl Gustav Jung’un bir sözü kader inancıyla bastırılmış duygular arasındaki görünmeyen köprüyü çarpıcı biçimde özetlemektedir:
“Siz bilinçsiz olanı bilinçli hale getirene kadar, o sizin hayatınızı yönlendirmeye devam eder ve siz buna kader dersiniz.”
Bu bakış açısıyla, bireyin “kader” sanarak birçok kez yaşaması, aslında bilinçdışı dinamiklerin tekrar eden döngüsüdür. Bastırılan öfke, utanç, çaresizlik gibi duygular; ifade edilemedikleri, yüzeye çıkamadıkları sürece bireyin ilişkilerini, seçimlerini, hatta bedenini etkilemeye devam ederek bu döngüyü etkinleştirir. Jung’un da vurguladığı gibi, kişi bu yönlendirmeyi “ben böyleyim” ya da “yazgım buymuş” diye yorumlayabilir.
Travma, Bastırılmış Duygular ve Bedenin İfadesi
Oysa kabullendiği bu durum, kendi iç dünyasında karşılaşmaktan kaçtığı parçaların, başka bir yolla beden, duygu, semptom veya tekrar eden yaşam döngüleriyle kendi varlığını göstermesidir. Travmanın birey tarafından kader gibi yaşanmasına yol açan şey, çoğunlukla duygusal deneyimin tamamlanamamış ve psikolojik olarak işlenmemiş olmasıdır.
Carl Gustav Jung, bireyin bilinçdışını sadece bastırılan öğelerin depolandığı bir yer değil, aynı zamanda ruhsal dengenin tekrar oluşturulmaya çalışıldığı yaratıcı bir alan olarak tanımlar. Jung’a göre birey, yaşadığı olayları bilinçli bir şekilde anlamlandıramadığında, bu deneyimler bilinçdışına itilir ve semboller aracılığıyla tekrar ifade bulmak için ortaya çıkar (Jung, 1960).
Fakat kaderci bir inanç sistemi içinde yetişmiş bireyler, yaşadıkları olayları sorgulamak yerine bunları “olması gereken” olarak kabule geçtiklerinden, duygusal yüklerini bilinçli olarak işleme fırsatı bulamamaktadırlar. Bu durum, içeride dolup taşanın bedende ifadesine neden olabilmektedir.
Somatizasyonun Psikoloji Açısından Yansımaları
Beden odaklı psikoterapinin öncü isimlerinden Bessel van der Kolk, “Travma, kişinin yaşadığı olay değil, o olay karşısında bedeni ve sinir sisteminin verdikleri yarım kalmış tepkilerdir” diyerek, bedenin psikolojik içerikleri nasıl tuttuğuna vurgu yapar. Jung’un bilinçdışının sembollerle kendini ifade etme arzusu ile örtüşmektedir: eğer duygu ifade edilemezse, beden ifade eder deme şeklidir.
Somatizasyon kavramı da bu noktada kendini gösterir. Bastırılmış öfke, çaresizlik, utanç ya da keder gibi yoğun duygular, bilinçdışından bedene sızarak kas ağrıları, mide sorunları, cilt rahatsızlıkları ya da otoimmün tepkiler olarak dışavurum halidir.
Psikosomatik Hastalıklar ve Tekrarlayan Döngü
Psikosomatik tıpta depresyonla ilişkilendirilen kalp hastalıkları, öfke bastırımıyla bağlantılı görülen migren, sınır koyamayan bireylerde sık rastlanan fibromiyalji gibi örnekler; duygusal süreçlerin bedende nasıl şekil değiştirebildiğini gösterir.
Genetik yatkınlık, bastırılmış duyguların bedensel ifadesinde yön belirleyici olabilmektedir. Örneğin ailesinde mide ya da bağırsak hastalıkları hikayesi olan bireylerde, kronik stres ve bastırılmış duygular gastrit, irritabl bağırsak sendromu (IBS) gibi psikosomatik belirtilerle yine benzer durumda kendini gösterebilir.
Gabor Maté’nin yaklaşımına göre de, birey hayır diyemediğinde, beden bir noktada onun yerine hayır demeye başlar. Bu bağlamda beden, sadece bir taşıyıcı değil, aktif bir ifade edicidir.
Sonuç: Kader mi, Bastırılmış Duygular mı?
Toplumsal olarak içselleştirilmiş kadercilik algısı, bireyleri psikolojik acılarıyla temas etmek yerine bu acıları doğal, sorgulanmaz ve hatta hak edilmiş bir yazgı olarak kabul görmelerine itmektedir. Böylelikle somatizasyona zemin hazırlar.
Bastırdığınız şey size kader gibi gözükerek tekrar eden bir döngüde geri döner. İfade edilemeyen her duygu, bir yolunu bulur ve bedende kelimelere dönüşür.
Çok güzel bir yazı olmuş, kaleminize sağlık🌿Bedenin sustuğumuz duyguları dile getirmesi fikri bana çok dokundu. Sanırım hepimiz bir noktada ‘bedenimin bana söylemek istediği ne?’ sorusunu sormalıyız. 🙏🏼