Birkaç gün önce doğum günümdü. Bu yıl ilk kez, pastadaki mumlara değil, farkındalığa üfledim. Yaş alıyorum, yaşlanıyorum. Ve yaşlanma karşıtı kremlerin, gençlik iksirlerinin, estetik operasyonların altın çağını yaşadığı bu dönemde ben —şaşırtıcı biçimde— yaş almaya bayılıyorum.
Eğer “yaşlanmak” kelimesi sende hemen kırışıklık, kayıp ya da güçsüzlük çağrışımı uyandırıyorsa, muhtemelen bu çağın dayattığı gençlik takıntısını çoktan içselleştirdin. Yıllar geçtikçe gençliğini ve sağlığını yitirmenin yasını tutan pek çok insanla karşılaşıyorum. Bu durum o kadar yaygın ki artık literatürde yaş ayrımcılığı (ageism) ve gerontofobi (yaşlılık korkusu) gibi kavramlarla ifade ediliyor.
Oysa yaş almak, yalnızca kayıplarla tanımlanabilecek bir süreç değil. Hem bilimsel veriler hem de terapi odamda şahit olduğum yüzlerce hikâye, bana yaşlanmanın bambaşka, çok daha derin bir yönü olduğunu gösterdi. Bu yazıda, yaşlanmaya dair toplumsal önyargılardan sıyrılıp; onu bir dönüşüm, farkındalık ve içsel evrim süreci olarak ele almak istiyorum.
“Yaşlanmak aslında ‘hep olman gereken’ kişiye dönüştüğün olağanüstü bir yolculuktur.” diyor David Bowie.
İnsan denen canlı, parmak izi kadar eşsiz. Ve bizi birbirimizden farklı kılan, beni senden ayıran şey hikâyelerimiz. Nefret ettiğimiz insanlar, yıllarca atlatamadığımız acılar, ani kayıplar… Şarkıda dediği gibi, zor zamanların içinden nasıl çıkarsak omurgamız öyle şekilleniyor. Kayıpların ardından güçlenen bağlara; boşanmaların ardından gelen içsel özgürlüğe; çocuklukta maruz kalınan ihmalin, yetişkinlikte başkalarını koruma çabasına nasıl dönüştüğüne defalarca tanık oldum. Travmayı çalışmak insana “bu belayı iyi ki yaşamışım” dedirtmiyor elbette. Elimde olsa yaşamdan tüm acıları silerdim. Ama insanlar, çoğu zaman “neden ben?” diye başladıkları hikâyelerini, zamanla “bunu yaşadım çünkü artık ‘ben’ oldum, bunlar yaşanmasaydı şimdiki ben olmazdım” noktasına taşıyabiliyorlar. Bilim bu sürece Travma Sonrası Büyüme (Post-Traumatic Growth – PTG) adını veriyor.
Tedeschi ve Calhoun’un 1996 yılında tanımladığı bu kavram, bireylerin zorluklardan yalnızca toparlanarak değil, daha derin bir yaşam anlayışıyla çıkarak dönüştüğünü gösterir. Tıpkı çocukken bisikletten düşüp dizimizde kalan o yara izi gibi travmalar da iz bırakır. Ama nasıl ki o düşüş sadece bir acı değil, aynı zamanda bize dengeyi öğrendiğimiz bir anıyı da hatırlatıyorsa; travmalar da yalnızca can yakan olaylar değil, insanı kendisiyle tanıştıran derin çatlaklara dönüşebilir.
Travma, sadece yara bırakmaz; bazen insanın içsel evriminin başlangıç noktası olur. Travmalarla dönüşüm yalnızca psikolojik düzeyde değil, beynimizin biyolojik yapısında da gerçekleşir. Eskiden nörobilim, yaşlanmanın beyin üzerinde kaçınılmaz biçimde çöküş yarattığını savunurdu. Bilim insanları uzun yıllar boyunca sinir hücrelerinin yalnızca çocuklukta oluştuğuna ve yetişkinlikte beynin sabit kaldığına ve yaşlandıkça nöronal bağların azaldığına inanmışlardı. Bilimde yenilikçi araştırmalar bize beynin nöroplastisite adı verilen bir adaptasyon özelliğine sahip olduğunu gösterdi. Beyin, yaşam boyu yeni bağlantılar kurabilir, kullanılmayan yolları budayabilir ve yaşamda edindiği her yeni deneyimle kendini yeniden şekillendirebilir.
Yani her sabah uyandığınızda maruz kaldığınız her şey beyinde sürekli bir tepkimeye sebep oluyor. Yaşla birlikte bazı bilişsel işlevler yavaşlasa da beynin karar verme, duygusal regülasyon ve içgörü kapasitesi artar. Yani yaş aldıkça hikâyemize yeni deneyimler ekleriz ve bu zihinsel bir yeniden yapılanma fırsatıdır. Beyin gençliğin hızını kaybedebilir, ama onun yerine bir bilgeliğin derinliğini kazanır.
Elbette zihinsel kapasiteyi etkileyen tek şey yaş almak değildir. O yaşı nasıl geçirdiğimiz de belirleyicidir. Bunun en büyük kanıtı da aynı yaşa sahip iki kişinin bambaşka farkındalık düzeylerine sahip olmasıdır. Nöroplastisite sayesinde beyin her yeni deneyimle şekillenir demiştik. Ömrünü aynı döngüde konfor alanından çıkamadan ve beyin sağlığına zarar verecek alışkanlıklarla tüketen birinin zihinsel kapasitesi, kendisinden 20 yaş küçük birinden daha yavaş ilerlemiş olabilir.
İşte bu yüzden yaşamak istiyorum, hayatta kalmak değil. Yüzümdeki kırışıklar da yaşımda artan rakamlar da bu yaşanmışlığın izleri olduğu için çok kıymetli… Yaşlanıyor olmanın farkındalığı, gençliği de daha farkındalıkla yaşamayı sağlıyor. Bugün tırmanacağımız dağlara 10 yıl sonra sağlığımız yetmeyebilir, evet. Bu sebeple gençliği kalıcı tutma eforunu, gençliği yaşamaya vermeliyiz.
İşte bu yaşlanmak dediğimiz inişli çıkışlı yol, bizi olmamız gereken kişiye götürür; birbirimizden farklılaştırır, özgünlüğümüzü besler. İnsan gelişimi yalnızca fiziksel yaşla değil, içsel evrimle ölçülür. Yaş almak, sadece fiziksel olarak bir çöküş değil, içe doğru bir açılıştır. Kendine doğru, özüne doğru, “hep olman gereken kişiye” doğru bir açılış…
Ruhsallığı genellikle lahana veya soğan gibi iç içe katmanlarla büyüyen sebzelerle metaforize ederiz. Derinleştikçe dış kabukları soyar ve çekirdeğe doğru ilerler insan. Yani zaman beni eksiltmez; aksine, fazlalıkları soyarken içimdeki çekirdeğe yaklaştırır.
Evet, yaşlanıyoruz. Yaşlandıkça hikâyemize yeni anılar ekleyeceğiz; güzel olanlar kadar, zorlu olanlar da birikecek ve bizi dönüştürecek. Bu yüzden bir daha gelmeyeceğim bu yaşa sımsıkı sahip çıkıyorum.
Bu yıl pastadaki mumları üflerken bir dilek tutmadım.
Çünkü artık biliyorum:
Olmam gereken kişiye dönüşmek dilekle değil, niyetle başlıyor.