Travma çoğu zaman bireysel bir deneyim gibi görülür, ancak etkileri yalnızca o bireyle sınırlı kalmaz. İnsan, ilişkisel bir varlıktır ve yaşadığı her şey, çevresiyle kurduğu bağlara da yansır. Özellikle aile içinde yaşanan ya da bastırılan travmatik deneyimler, kuşaklar arası aktarım yoluyla sonraki nesillere sessizce devredilebilir. Bu durum, sadece psikolojik rahatsızlıkların değil, belirli davranış kalıplarının, duygusal tepkilerin ve yaşamla kurulan ilişkinin biçiminin bile nesiller boyunca etkilenmesine yol açabilir (Yehuda ve Lehrner, 2018).
Kuşaklar arası travma aktarımı yalnızca genetik yatkınlıklarla açıklanamayacak kadar karmaşık ve derin bir süreçtir. Bir bireyin yaşamında karşılaştığı yoğun stres, savaş, göç, şiddet, ihmal ya da kayıp gibi travmatik olaylar, onun çocukları ve torunları üzerinde de iz bırakabilir. Bu aktarım, doğrudan anlatımlarla gerçekleşebileceği gibi, çoğu zaman hiç konuşulmayan ama hissedilen bir atmosferle de mümkün olur (Kellermann, 2001). Örneğin; ailesinde göç ya da kayıp yaşamış bir birey, bu deneyimleri çocuklarına açıkça anlatmasa da kaygılı, tetikte veya duygusal anlamda mesafeli bir ebeveynlik tarzı sergileyebilir. Bu durum, çocuğun temel güven duygusunun yeterince gelişememesine neden olabilir. Böylece çocuk, bizzat yaşamadığı bir travmanın etkilerini kendi yaşamında deneyimlemeye başlar (Danieli, 1998).
Ailedeki sessizlik, travmanın en güçlü taşıyıcılarından biridir. “Biz bu konuyu konuşmayız.” ya da “Sen daha küçüksün, anlamazsın.” gibi ifadelerle kurulan suskunluk ortamı, çocukların anlam veremediği bir tedirginlik ve kendilerine ait olmayan bir suçluluk hissiyle büyümelerine neden olabilir. Psikanalitik literatürde bu tür sessiz aktarım, “hayalet taşıyıcılığı” gibi kavramlarla ifade edilir (Faimberg, 2005). Kimi zaman sürekli suçluluk hisseden ama nedenini bilmeyen bir genç, kimi zaman da terk edilme korkusuyla ilişkiler kuran bir yetişkin, aslında bu görünmeyen yükün taşıyıcısıdır. Ait olmadıkları bir hikâyenin duygusal mirasını sırtlarında taşırlar.
Aktarılan yalnızca travmanın kendisi değildir; ona verilen tepkiler, baş etme biçimleri ve duygusal alışkanlıklar da nesiller boyunca devam eder. Ailede duyguların bastırılması, zayıflığın kabul görmemesi ya da öfkenin ifade edilmesinin yasaklanması gibi tutumlar, bireylerin kendilik gelişimini etkiler (Fonagy ve Target, 2003). Bir kuşakta yaşanan “görülmeme” ya da “anlaşılmama” hissi, sonraki kuşaklarda da benzer biçimde varlığını sürdürebilir. Birey bu duygusal kalıpların farkında olmadan büyürken, yetişkinlikte kendi çocuklarına da aynı örüntüleri aktarabilir. Döngü kırılmadığı sürece devam eder.
Bu döngüyü fark etmek ilk ve en önemli adımdır. Bireyin ailesinin geçmişine dikkatle bakması, tekrarlayan davranış ve duygu örüntülerini fark etmesi iyileşme sürecini başlatabilir. “Bu duygu gerçekten bana mı ait, yoksa benden önce gelenlerden mi kaldı?” sorusu, bu yolculukta dönüştürücü bir araç haline gelebilir (Lehrner ve Yehuda, 2018). Psikoterapi süreçlerinde danışanların sıkça fark ettiği, “Benim yaşadığım aslında bana ait değilmiş” duygusu, bu bağlamda oldukça anlamlıdır. Bu tür bir farkındalık, bireyin yalnızca kendi yüklerini değil, geçmiş kuşakların da taşıyamadığı duygusal yükleri bırakarak hafiflemesine olanak sağlar.
Bu aktarım yalnızca bireysel düzeyde değil, toplumsal travmalar yoluyla da gerçekleşir. Savaş, göç, kıtlık, darbe gibi olaylar, o dönemi yaşayan bireylerin ruhsal yapısında derin izler bırakırken; bu izler sonraki nesillerde güven problemleri, aşırı kontrol ihtiyacı ya da yaşam karşısında derin bir belirsizlik hissi olarak ortaya çıkabilir (Volkan, 2001). Türkiye gibi çok sayıda toplumsal kırılma yaşamış toplumlarda, bu tür travmaların nesiller boyunca aktarıldığını görmek mümkündür. Ne var ki, bu travmalar çoğu zaman işlenmeden kalır; konuşulmaz, anlamlandırılmaz, hatta fark edilmez.
Ancak bu döngüler kader değildir. Travma aktarımı durdurulabilir. Aile tarihini anlamaya yönelik çabalar, duygusal mirasın farkına varmak ve bu mirası dönüştürmeye niyet etmek, bireyin ruhsal iyilik hâli açısından güçlü bir adımdır. Bu süreçte psikoterapi, destekleyici sosyal ilişkiler ve yazı terapisi gibi yollar bireyin yüklerini hafifletmesine yardımcı olabilir (Siegel, 2012). Aynı zamanda bu yolculuk, bireyin kendine şefkatle yaklaşmasını da sağlar. “Bu benim duygum mu?” sorusu zamanla, “Bunu hissediyorum çünkü bir zamanlar birileri hissedemedi” farkındalığına dönüşebilir. Bu dönüşüm yalnızca bireyin kendisini değil, aile sisteminin tamamını iyileştirebilir.
Travmalar sessizdir ama etkileri gürültülüdür. Dile gelmeyen her duygu, başka bir kuşakta yeniden yaşanmak üzere bekler. Bu nedenle geçmişi anlamak, yalnızca kişisel bir kazı çalışması değil, bir iyileşme eylemidir. Aileden gelen öykülerdeki acı izleri fark etmek, yalnızca kendimizi değil, bizden sonrakileri de özgürleştirebilir. Çünkü bazen en büyük iyileşme, anlatılmamış bir hikâyeyi görünür kılmakla başlar.
Kaynaklar
Danieli, Y. (1998). International handbook of multigenerational legacies of trauma. Springer.
Faimberg, H. (2005). The telescoping of generations: Listening to the narcissistic links between generations. Routledge.
Fonagy, P., ve Target, M. (2003). Psychoanalytic theories: Perspectives from developmental psychopathology. Whurr Publishers.
Kellermann, N. P. F. (2001). Transmission of Holocaust trauma—An integrative view. Psychiatry: Interpersonal and Biological Processes, 64(3), 256–267.
Lehrner, A., ve Yehuda, R. (2018). Cultural trauma and epigenetic inheritance. In R. D. Fallot & L. E. Bloom (Ed.), Trauma and Memory: Clinical and Legal Controversies (s. 243–260). Oxford University Press.
Siegel, D. J. (2012). The developing mind: How relationships and the brain interact to shape who we are (2. basım). Guilford Press.
Volkan, V. D. (2001). Transgenerational transmissions and chosen traumas: An aspect of large-group psychology. Group Analysis, 34(1), 79–97.
Yehuda, R., ve Lehrner, A. (2018). Intergenerational transmission of trauma effects: Putative role of epigenetic mechanisms. World Psychiatry, 17(3), 243–257.