Mutluluk, kişisel bir duygu durum olmaktan çıkıp toplumsal bir beklentiye dönüşmüş durumda. Halbuki mutlu insan diye bir kavram yoktur, çünkü mutluluk süreklilik göstermez. Mutlu olunan anlar vardır. Ancak günümüzde özellikle sosyal medya ve kişisel gelişim alanlarında mutluluk bir zorunluluk gibi dayatılmaya başlandı.
İnsanların her daim iyi hissetmesi gerektiği yönündeki baskı giderek artıyor. Ne var ki bu baskı, kişilerin olumsuz duygularını bastırmasına ve kendileriyle olan duygusal bağlarının zedelenmesine yol açabiliyor. Bu da psikoloji biliminde toksik pozitiflik olarak adlandırılıyor.
Toksik Pozitiflik Nedir?
Zaman zaman polyannacılıkla karıştırılsa da toksik pozitiflik, duyguların bastırılmasına dayalı daha farklı bir kavramdır. Kişinin yaşadığı her olumsuz deneyimde bile duygularını yaşayamayıp pozitif düşünmeye zorlanması, bu tutumun temelini oluşturur. Kişi her durumda pozitif olmaya zorlanır; üzülmeye, öfkelenmeye veya yas tutmaya hakkı yokmuş gibi hisseder.
Üzülmemiz, kızmamız veya başka negatif duygular yaşamamız gereken olumsuz durumlardan sonra bile kendimizce hissettiğimiz veya etrafımızdakiler tarafından bize dayatılan; “Üzülme”, “Olumlu düşün”, “Biraz pozitif ol” gibi ifadeler ilk bakışta motive edici gibi görünse de, gerçekte kişiyi motive etmekten çok duygularını bastırmasına neden olabilir. Bu tür söylemler, kişinin yaşadığı duyguları geçersiz kılarak içsel dünyasıyla bağ kurmasını zorlaştırır ve çoğu zaman durgunlaştırıcı bir etki yaratır.
Toplumun Duygusal Beklentileri ve Yabancılaşma
Danışanlarıma; “Neden yasınızı tutmuyorsunuz?” şeklinde sorular sorduğumda tuhaf karşılıyorlar. Bu soruma verilen cevaplar ise genelde şöyle; “Nasıl yani, üzülmemem gerektiğini söylemeyecek misiniz?” Bu bakış açısı, toplumun bireye dayattığı duygusal beklentilerin bir sonucu. “Boşver.” “Bunu mu kafaya takıyorsun?” “Üzülecek bir şey yok.” gibi ifadelerden sonra bireye giden asıl mesaj; “Senin duygularının bir önemi yok.” Bunun sonucunda ise birey kendine yabancılaşır çünkü artık duygularını ifade edemeyecek, yaşayamayacak ve belki farkında bile olamayacak duruma gelmiştir.
Sosyal Medya ve Mutluluk Yarışı
Günümüzde yüceltilen şeyler; her durumda güçlü durmak, hızlı toparlanmak ve gülümsemeye devam etmek. Peki gelelim bu pastadaki payın en çok kime verildiğine… Üstümüzdeki baskının en görünür yüzlerinden biri sosyal medya. Herkesin ideal bir hayata sahipmiş gibi göründüğü bir mecra… Diğer bir adıyla hep iyi hissetme ve ideale ulaşma zorunluluğu.
Elbette ki kişinin kendisinin en iyisi olmaya çabalaması, daha iyi bir hayatı arzulaması çok insani bir istek. Fakat sosyal medyanın bize dayattığı “Diğer insanlar nasıl bir hayat isterse benim de öyle bir hayatım olmalı”yı düşündürtmesi ve bunu bize fark ettirmeden yapması. Günlük hayatta başkalarının gülümsediği anlara, tatil fotoğraflarına, başarı hikâyelerine ve “mükemmel!” ilişkilerine yüzlerce kez maruz kalıyoruz. Ve çoğu zaman bu karelerin arkasındaki yorgunlukları, kaygıları, yalnızlıkları göremiyoruz.
Mutluluğun Tek Formülü Var mı?
Minimal ama şık bir ev dekoru, yoga sabahları, badem sütlü kahve, parlak bir kariyer, fit bir beden ve anda kalabilen bir zihin… Bu görüntüler, mutluluk dolu bir yaşamın formülü herkes için aynıymış gibi sunuluyor. Dikkat ettiyseniz her ay bir yiyecek, kıyafet veya başka bir şey trend oluyor. Onu yiyip içen, giyen veya uygulayan kimse ideal hayata sahipmiş gibi oluyor. Bunu yapanlar daha değerli, daha başarılı ve elbette daha mutlu gösteriliyor. İnsanlar da bu trendlere uyum sağlamaya çalışırken, kendileri olmanın benzersiz zevkinden mahrum kalıyor.
Oysa mutluluk, evrensel bir reçete değil; kişisel bir deneyimdir (Steger, 2016).
Gerçek Duygulara Alan Açmak
Sosyal medya, özellikle genç yetişkinlerde mutluluk yarışına dönüşmüş durumda. Paylaşılmayan anlar değersizmiş gibi hissettirilirken, içe dönük düşünceler ya da melankoli görünmez hale geliyor. Olması gereken tek duygu pozitiflikmiş gibi bir algı oluşuyor.
Fakat duygusal dengeyi kurmak için bu doğru değildir. Çünkü hayat sadece olumlu duygulardan ibaret değildir. Anlamlı bir yaşam, hem sevinci hem de acıyı birlikte taşıyabilmeyi içerir (Hayes, Strosahl & Wilson, 2011).
Mutlu olmak zorunda değiliz. Ama kendimizle gerçek ve şefkatli bir temas kurmak zorundayız. Çünkü her insan kendine özgüdür. Her yolculuk biriciktir.
Kaynakça
-
Hayes, S. C., Strosahl, K. D., & Wilson, K. G. (2011). Acceptance and Commitment Therapy: The Process and Practice of Mindful Change. Guilford Press.
-
Steger, M. F. (2016). Creating meaning and purpose at work. In L. G. Oades, M. F. Steger, A. Delle Fave, & J. Passmore (Eds.), The Wiley Blackwell handbook of the psychology of positivity and strengths-based approaches at work (pp. 60–81). Wiley Blackwell.