İnsan psikolojisi, çevresel uyarıcılarla olduğu kadar içsel deneyimlerle de biçimlenir. Bu deneyimlerin her biri, bireyin yaşamındaki “renk paleti”ni oluşturur. Sevinç, umut, yas, hayal kırıklığı, tutku ya da kaygı gibi duygular, yaşamın tonlarını belirler. Ancak bazı bireyler, bu tonlara karşı giderek duyarsızlaşır; duygusal renk körlüğü olarak adlandırılabilecek bu durum, hayatla kurulan bağın giderek silikleşmesine neden olur.
Ya yüz çevirirsin hayatındaki tüm renklere, ya da onlarla rengârenk olursun. İşte bu, bireyin yaşamla kurduğu psikolojik ilişkinin niteliğini gösteren güçlü bir metafordur. Renkler, duyguların, anlamların ve yaşamsal deneyimlerin temsilcisidir. Renkleri reddetmek ya da seçmek, aslında hayatı nasıl yaşadığımızı belirleyen bir tutumdur.
Duygusal tepkilerin bastırılması ya da inkâr edilmesi, bireyin içsel dünyasında bir tür savunma mekanizması olarak çalışabilir. Bu durum, psikanalitik kuramda inkâr (denial) ya da duygusal yalıtım (emotional isolation) olarak tanımlanır. Birey, geçmişte yoğun biçimde yaşadığı bir travma ya da hayal kırıklığının ardından, benzer duygusal yüklenmelerden kaçınmak amacıyla hissizleşmeyi tercih edebilir. Bu tercihin sonucunda duyguların doğallığı ortadan kalkar ve yaşam, monoton, düz ve bağlantısız bir deneyime dönüşebilir.
Özellikle kronikleşmiş depresyon, travma sonrası stres bozukluğu (TSSB) veya duygudurum bozuklukları olan bireylerde, bu tür bir renk körlüğü daha belirgindir. Kişi, haz verici uyaranlara karşı duyarsızlaşabilir, geleceğe yönelik olumlu beklentiler geliştirmekte zorlanabilir ve duygularla kurduğu ilişkiyi bilinçli olarak askıya alabilir. Bu ise yaşam kalitesini doğrudan etkileyen bir psikolojik yoksunluğa yol açar.
Oysa insan doğası, duygularla var olur. Bağ kurma, anlam üretme ve yaşamsal bütünlük hissi, ancak duyguların serbestçe akmasıyla mümkündür. Renklerle birlikte yaşamak, risk almak anlamına gelir: hayal kırıklığına uğramak, incinmek, kaybetmek. Ancak aynı zamanda bağlanmak, umut etmek ve yeniden inşa edebilmek de bu “renkli” sürecin bir parçasıdır.
Psikolojik sağlamlık (resilience) kavramı burada devreye girer. Dayanıklılığı yüksek bireyler, yaşadıkları zorluklara rağmen duygularıyla temas etmeye devam eder; renklerden kaçmaz, aksine onları dönüştürerek yaşamlarına entegre etmeye çalışırlar. Bu kişiler için kırılmak, yeniden yapılanmanın bir ön koşuludur. Çünkü duygularını bastırmak yerine onlarla çalışmayı öğrenmişlerdir.
Buna karşılık, yüzünü tüm renklere çeviren bireyler, yaşamla arasında bir mesafe oluşturur. Zihinsel olarak kendini koruma amacı taşıyan bu durum, uzun vadede yalnızlık, yabancılaşma ve anlamsızlık duygularını besler. Viktor Frankl’ın varoluşçu kuramında bu durum “varoluşsal boşluk” olarak adlandırılır. Kişi, duygulardan uzaklaştıkça, kendinden de uzaklaşır.
Terapötik süreçte bireyin yeniden renklerle temas kurması, yani duygularını tanıması, ifade etmesi ve anlamlandırması temel bir iyileşme dinamiğidir. Danışanın bastırdığı ya da görmezden geldiği duygusal renkleri yavaş yavaş fark etmesi, psikolojik bütünlüğün yeniden sağlanmasında kritik bir rol oynar. Çünkü ancak duygularla yüzleşen kişi, yaşamın tamamına katılabilir.
Sonuç olarak, yaşamı tüm renkleriyle kabul etmek, bireyin içsel cesaretiyle doğrudan ilişkilidir. Renklerden yüz çevirmek, kısa vadede bir koruma hissi verse de, uzun vadede bireyin yaşamdan kopmasına neden olur. Oysa psikolojik bütünlük, duygularla kurulan sahici ve açık bir ilişkiden doğar.
Ya yüz çeviririz hayatımızdaki tüm renklere, ruhumuz giderek soluklaşır…
Ya da gerçekten tüm riskleriyle kabul eder, gerçekten yaşamaya başlarız…
Aşk ile..