İnsan, aklının sınırlarını bildiği andan beri anlam arıyor. Bazen bu anlamı bilimde, bazen sanatta, bazen de görünmeyen bir gücün varlığında buluyor. Bir falcıya giden, doğum haritasına bakan ya da “hocadan medet uman” kişi aslında çoğu zaman aynı yerden hareket ediyor: kaybolduğu anda yön bulma ihtiyacından.
Bu ihtiyaç, zayıflığın değil; insan olmanın, belirsizlikle yaşamanın doğal bir sonucudur. Belki de mesele, insanların “mantıksız” davranması değil, mantığın tek başına yaşamı taşımaya yetmemesidir. Çünkü insan yalnızca düşünen değil, aynı zamanda korkan, kaybolan, umut eden bir varlıktır.
Her inanç biçimi – ister astrolojik, ister mistik, isterse dinsel – bu duygusal dalgalanmaları düzenleme çabasıdır aslında. Bazen bir dua, bazen bir ritüel, bazen de bir anlam arayışı bu duygusal dalgalanmaları yatıştırmanın yoluna dönüşür.
Yöntemler değişse de hepsinin ortak paydası aynıdır: kendini yeniden güvende hissetme arzusu.
PSİKANALİTİK PERSPEKTİFTEN BAKIŞ
Freud derdi ki: “İnsan aklı, buzdağının görünen kısmıdır; asıl yöneten bilinçdışıdır.” Bu nedenle rasyonel görünmeyen davranışlar (örneğin “hocaya gitmek”, “fal baktırmak”, “büyü bozdurmak”) aslında kişinin bilinçdışındaki korku, suçluluk ya da bastırılmış arzuların dışavurumudur.
Kişi, kendi içsel karmaşasını doğrudan çözemediğinde onu “dışsal bir güce” aktarır. Freud’un tabiriyle bu, yansıtma (projection) mekanizmasıdır:
“İçimdeki karanlıkla baş edemiyorum” demek yerine, “biri bana büyü yaptı” demektir.
Freud bu olguyu “nevrozun uzantısı” olarak görürken, Carl Gustav Jung neredeyse ters bir noktadan yaklaşırdı. Jung’a göre bilinçdışı, mantıkla değil sembollerle konuşur.
Bu nedenle birinin tarot kartına, rüyasına veya burcuna inanması irrasyonel bir kaçış değil, ruhun kendini ifade etme biçimidir.
Tarot’taki “ölüm” kartı genellikle bir bitişi, astrolojideki “Satürn dönemi” ise ruhun olgunlaşma sürecini temsil eder.
Yani Jung için bu semboller, ruhun kendini yeniden dengeleme çabalarının metaforik haritalarıdır.
Freud inancı çocukluk dönemine ait bir bağımlılık olarak görürken, Jung bunu anlam arayışının doğal uzantısı sayar.
Birine göre “gerileme”, diğerine göre “iyileşme”dir bu süreç.
GÖRÜNMEYEN GÜCE YÖNELİŞİN PSİKOLOJİK TEMELİ
İnsanın görünmeyene yönelişi, aslında görünür dünyada bulamadığı bir güvenin izini sürmesidir.
Bir yanıyla bu, yaşamın belirsizlikleriyle baş etmenin ilkel ama içten bir yolu; diğer yanıyla, kontrolü yitirdiğimizde “etki yaratabildiğimizi” hissetme çabasıdır.
Bu noktada mesele inancın içeriğinden çok, psikolojik işlevindedir:
O inanç, kişiye güven mi veriyor, yoksa sorumluluğunu devretmesine mi yarıyor?
Birinin “büyüye inanması” veya “falcıya gitmesi”, çoğu zaman akıldan çok duygusal regülasyonla ilgilidir. Korku, kaygı ve çaresizlik duyguları yoğunlaştığında zihin, bunları taşımak yerine “anlamlı” hale getirmek ister.
Büyüsel düşünme, insanın kontrol edemediği olaylar karşısında kendini korumak için sebepsellik yaratma eğilimidir.
Bir çocuk “yağmur yağdı çünkü ağladım” der; yetişkin hâli de “işlerim ters gidiyor çünkü biri bana kötü enerji gönderdi” diyebilir.
Her iki durumda da amaç aynıdır: tesadüfün yarattığı kaygıyı azaltmak.
KONTROL DUYGUSU VE BAĞIMLILIK ARASINDAKİ İNCE ÇİZGİ
Kontrol duygusu, psikolojik sağlığın temel yapıtaşlarındandır.
Yaşamın kriz dönemlerinde — hastalık, kayıp, ekonomik belirsizlik, ilişki krizi — bu duygu sarsıldığında, zihin kırılan kontrolü dışsal güçlerle onarmaya çalışır:
“Bir nedeni olmalı, bir çözümü olmalı.”
Bu düşünce kısa vadede rahatlatır; çünkü bir çerçeve sunar. Ancak uzun vadede kişi kendi etkisini unutursa, bu rahatlama bağımlılığa dönüşebilir.
Şifacı hocalar, “enerjisi yüksek” insanlar veya astrolojik rehberler, kişisel gücün yerine geçen dışsal otoriteler hâline gelebilir.
Bu durumda mesele artık inanç değil, içsel kontrol kaybıdır.
Üfürükçülere gitmek yalnızca cehaletin değil; korkunun, suçluluğun, yalnızlığın ve çaresizliğin de bir sonucudur.
Bazıları için bu davranış çaresizliğe bir düzen getirme girişimidir; bazıları içinse acıyı anlamlı kılma yoludur.
Bu nedenle bu eğilimi anlamak için “akıl dışı” ya da “cahilce” demek yeterli değildir; çünkü bu, insanın belirsizlik karşısındaki evrensel psikolojik tepkisidir.
SONUÇ: İNANÇ VE AKIL ARASINDAKİ DENGE
İnsanın soyut inançlara yönelmesi, kontrol ve anlam arayışını desteklerken, eleştirel düşünceden tamamen koparsa kişiyi kendi gücünden uzaklaştırma riski taşır.
Bir noktadan sonra “şifa arayışı”, yerini “kurtarılma isteğine” bırakabilir.
Kişi kendi kararlarını almak yerine görünmez otoritelere teslim olur.
Bu durumda inanç artık rahatlatıcı değil, psikolojik olarak kısıtlayıcı bir hâl alır.
Enerji ritüelleri, hocaya gitmek, fal baktırmak veya astroloji gibi sistemler, insanın iç dünyasına temas etmesine yardımcı olabilir;
ama bu temas, eylem gücünü pasifleştiriyorsa, denge bozulmuştur.
Sağlıklı inanç, kişiyi güçlendiren inançtır.
Kişiye anlam, yön ve dayanma isteği kazandırıyorsa psikolojik olarak iyileştiricidir.
Ama kişi kendi seçimlerinin sorumluluğunu alamıyor, korkusunu yalnızca dışsal ritüellerle bastırıyorsa, orada bir dengesizlik vardır.
Bu noktada psikolojik destek, bireyin içsel kontrol mekanizmasını yeniden kurmasına yardımcı olabilir.
Terapi, görünmeyen güçlere değil, kişinin kendi içsel gücüne temas etmeyi öğretir.
Kişi anlamı dışarıda değil, içinde kurmayı öğrendiğinde; inanç artık bir kaçış değil, dayanma zemini olur.
En sağlıklı denge, inancı reddetmek ya da akılcılığı mutlaklaştırmakta değil; her ikisini birlikte taşımaktadır.
İnsan hem akıl hem sezgidir, hem mantık hem anlamdır.
Fal, astroloji ya da herhangi bir inanç biçimi, insanın iç dünyasına yönelmesini sağlıyor ve onu pasifleştirmiyorsa, o zaman bu inanç iyileştirici bir sembol haline gelir.
Çünkü inanç, eğer içsel gücü büyütüyorsa, psikolojik olarak hâlâ en eski ama en insani başa çıkma biçimimizdir.