Çarşamba, Aralık 3, 2025

Haftanın En Çok Okunanları

Son Yazılar

Kim için Yaşıyorsun?

Çocuklukta herkes gibi o da sevginin ne kadar güçlü bir şey olduğunu öğrendi.
Ama sevgiyi koşulsuz değil, çoğu zaman koşullu bir şekilde tanıdı.
Ailesinde sevgi, sadece “iyi bir şey yaptığında” verilen bir ödül gibiydi.
Ne zaman iyi bir not alsa, bir yarış kazansa, “uslu çocuk” olup kimseye yük olmasa…
İşte o zaman sevilirdi, o zaman fark edilirdi, o zaman takdir edilirdi.
Sevgi, ancak “doğru” olanı yaptığında kazanabileceği bir şeydi.

Ve zamanla bu, onun iç sesine dönüştü:
“Değerli olmak için başarılı olmalıyım.”
“Kabul edilmek için uyum sağlamalıyım.”
“Sevilmek için yeterli olmalıyım.”

Yaralı Çocuk

Böylece o çocuk büyüdükçe kendi ihtiyaçlarını bastırmayı, kendi sesini susturmayı öğrendi.
Ne istediğini anlamak yerine, başkalarının ondan ne beklediğine daha çok odaklandı.
Bazen istemediği bir bölümü sırf ailesi istiyor diye okudu.
Bazen yalnızca “doğru” görünmek için ilişkiler kurdu.
Kimi zamansa başkaları mutlu olsun diye kendi isteklerinden vazgeçti.
Yanlış bir şey yaparsa sevgiyi kaybedecekti.
Hata yapamazdı; sevgiye ihtiyacı vardı.
Bu yüzden hep korku doluydu.

Çocukken sevgiyi, ebeveyninin hoşuna giden şeyleri yaparak almayı öğrenen o çocuk, yetişkin olduğunda kendi değerini içeriden kuramadı.
Sevgi ve onaylanma, içten gelmesi gerekirken onun hayatında dış dünyaya bağımlı hale geldi.
Dışarıdan onaylanma olmadığı her an kendine verdiği değer biraz daha eksildi.

Onu ne mutlu ediyordu, çoğu zaman bilmiyordu;
çünkü mutluluğu hep başkalarının tepkileri üzerinden deneyimlemişti.
Zamanla diğer insanların düşünceleri, kendi düşüncelerinden bile önemli hale geldi.
Çocukken sık sık duyduğu o cümle aklından hiç çıkmadı:
“Başkaları ne düşünür?”

Böylece takdir edilmek yaşamının merkezine yerleşti.
Kabul edilmek için başkalarının beğenisine muhtaç hissetti.
Sadece “kendisi olduğu” hâliyle sevilemeyeceğine inandı.
Onaylanma alamadığında değersiz hissediyor, dışlanmaktan korkuyordu.

Bu korkudan kaçmak için takdir edilebileceği alanları çoğaltmaya çalışıyordu:
maddiyat, güzellik, başarı, statü…
Ama bunların her biri, onu gerçek benliğinden biraz daha uzaklaştırdı.

Kendine yabancılaştı.
Yıllar sonra farkına vardı:
Asıl dışlanma, başkaları tarafından değil, kendinden uzaklaşmakla başlamıştı.
Çünkü gerçekte kim olduğunu hiç keşfedememişti.

Oysa toplumun beklediği figür tam da buydu:
Herkesi memnun eden, kimseyi hayal kırıklığına uğratmayan, “uyumlu” kişi.
Bu görünüşte takdir toplasa da, içten içe çok yorucu bir hayattı.

Aldığı övgüler acılarını hafifletiyor gibi hissettirse de
aslında ekside olan özgüvenini geçici bir duyguyla dolduruyordu.
Oysa bunlar bir yetişkinin gerçek besini değildi.
İnsan onaylanma olmadan da yaşayabilirdi;
ama o bunu düşünmenin bile çok korkutucu olduğunu sanıyordu.
Bu yüzden hiç öğrenemedi, hiç deneyimlemedi.
Ve böylece döngü hiç bitmedi.

Her memnun edilen kişinin yerine memnun edilmesi gereken yenileri geliyordu.
İnsan kendi kendine kurduğu en acımasız tuzağa düşmüştü.

Birinin yüzü asılsa “Benimle ilgili” diye düşünüyordu.
Her şeyi kişiselleştiriyor, insanların onun hakkında kesinlikle kötü düşündüklerini varsayıyordu.
En küçük olumsuzluğu bile felaketleştiriyor, hep en kötü ihtimali hayal ediyordu.

Tam da bu anlarda içinden tanıdık bir suçluluk sesi yükseliyordu:
“Bir şey mi yanlış yaptım?”
“Yanlış anlaşıldım galiba.”
“Keşke böyle söylemeseydim.”

Sanki görünmez bir el onu cimcikliyormuş gibi bir rahatsızlık hissi duyuyor,
bu rahatsızlığı dindirmek için hemen bir şey yapmaya çalışıyordu:
Aşırı açıklamalar yapıyor, gereksiz özürler diliyor,
karşı tarafı memnun edecek davranışlara yönelerek içindeki o sıkışmış duyguyu yatıştırmaya çalışıyordu.

İyileşmenin Başlaması

Aslında etrafımızda kabul edilebilir olmak için onaylanma ararken, kendimize verdiğimiz değer azalmaya başlar.
İhtiyacımızı karşılamak için çıktığımız bu yolda, fark etmeden kendi tuzağımıza düşeriz.
Oysa anlamlı bir yaşam, tüm bu dış sesleri susturup kendi kendilik değerini kabul edebilme cesaretiyle başlar.

Bu cesaret; başkalarının beklentilerini değil, kendi değerlerini merkeze koyabilmektir.
Kendini onaylanma ihtiyacından bağımsız severek, sınır koyarak ve kendine sadık kalarak oluşur.
Kendine duyduğu saygı ve güveni yeniden inşa edebilmektir.
Kendini anlamaya çalışmak, içsel motivasyonunu bulmak
ve hayatının anlamını kendi elleriyle kurabilmektir.

Kendi hayatının öznesi olabilmektir.
Ve belki de şu soruyu sormak gerekir:
En kötü ne olur?
Evet belki biraz uyumsuz olursun, sıradan olursun, hata yaparsın.
Ama yine de… insanlar seni sevmeye devam eder.
Çünkü sevilmek için mükemmel olmaya ihtiyacımız yoktur.

Yine de şu soruyu akıldan çıkarmamak gerekir:
Gerçekten onaylanma aramadan geçen bir yaşam mümkün müdür?

Elbette insan sosyal bir varlıktır; kabul görmek hepimizin temel ihtiyacıdır.
Ancak başkalarının doğrularına göre yaşamakla,
o doğruları kendi duygu ve düşüncelerinin süzgecinden geçirerek karar vermek arasında çok büyük bir fark vardır.

Ve insan zamanla şunu fark eder:
Kendini seçtiğinde hiçbir zaman kaybetme ihtimali yoktur.

Şimdi geriye yalnızca şu soru kalıyor:
Sen bugün kim için yaşıyorsun?

Şevval Çelebi
Şevval Çelebi
Şevval Çelebi, gelişim psikoloğu olarak erken çocukluktan ergenliğe kadar uzanan yaş gruplarıyla çalışmaktadır. Lisans ve yüksek lisans eğitimini Özyeğin Üniversitesi’nde yüksek onur derecesiyle tamamlamış, tez çalışmasında çocukların duygusal durumlarını ebeveyn stresi ve mizacı bağlamında ele almıştır. Çocuk merkezli oyun terapisi, deneyimsel oyun terapisi, bilişsel davranışçı terapi ve dikkat eksikliği alanlarında çeşitli eğitimler almıştır. Halen İstanbul’da bir uluslararası okulda psikolog görev yapmakta, bireysel ve grup danışmanlığı, sınıf içi uygulamalar ve ebeveyn atölyeleri yürütmektedir. Çocukların duygusal iyi oluşunu desteklemeye yönelik iki uluslararası yayını bulunan Çelebi, psikolojik destek çalışmalarını çok yönlü olarak sürdürmektedir.

CEVAP VER

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz

Popüler Yazılar