“Nasılsın?” sorusu artık bir merak göstergesi olmaktan çok, sosyal bir refleks gibi. Cevaplar da aynı oranda otomatik: “İyiyim.” Gerçekten iyi olup olmadığımızı sormaya, sorgulamaya ya da paylaşmaya ise pek yanaşmıyoruz. Çünkü gerçek bir cevabın yarattığı rahatsızlığı göğüsleyecek sabrımız yok. Yüzeyde bir normallik hali korumak, derine inmeye tercih ediliyor.
İlişkiler de bu yüzeyde ilerliyor. Hızla tüketilen sohbetler, aynı masada oturup farklı ekranlara bakan gözler, ruhu olmayan mesajlar. Sahici ilişkilerin yerini, bir “reels” paylaşımıyla kurulduğu sanılan bağlar alıyor. Gerçekten bakılmayan gözler, gerçekten sorulmayan sorularla dolu bir kalabalığın içindeyiz. Ve bütün bunların ortasında, ekranlardan üzerimize boca edilen parlak mesajlar: Şükret, pozitif kal, kendini sev.
İyi ama nasıl?
Kendisiyle teması kopmuş, duygularını tanımayan, yalnızlığına tahammül edemeyen bir insan kendini nasıl sevebilir? Bu soruyu sormadan, hissettiğimiz her kırgınlığı, her huzursuzluğu bastırarak yaşamak zorunda kalıyoruz. Üstelik yalnız değiliz; kültür, bizi buna teşvik ediyor. Susan David’in (2016) ifadesiyle, “Duygularımızı bastırdıkça duygusal çevikliğimizi de kaybederiz.” Bastırılan her duygu, içsel bağımızla olan bağı bir parça daha zayıflatıyor.
Sabırsızlık ve Kaçış Kültürü
Sabırsızız. Üstelik bu sadece çağın hızından kaynaklanmıyor. İçinde taşımayı öğrenemediğimiz duygulara alan açmak yerine, onları hızla tüketiyoruz. Kendimizde olmayanı başkasına veremeyiz. Eğer sabrı görmemişsek, tahammül edilerek büyütülmemişsek, bunu kendi çocuklarımıza da aktaramıyoruz. Öğrenmeden, hissetmeden, sadece “pozitif kal” çağrılarıyla büyüyen bireyler, duygusal zorlukla karşılaştığında ilk fırsatta kaçıyor.
Modern ilişki mottoları da bu kaçışı meşrulaştırıyor: “Sana iyi gelmiyorsa uzaklaş”, “İyi hissetmediğin yerde bir dakika bile kalma.” Peki ya emek, sorumluluk, gelişim? İlk güçlükte ilişkiden kaçmak, kişiliği inşa eden çatışma becerisini, büyüme potansiyelini törpülüyor. Bir ilişkiyi, ister dostluk, ister iş, ister ebeveynlik olsun, yalnızca iyi hissettirdiği sürece sürdürmek; aslında ilişkiyi değil, yalnızca kendi konfor alanımızı korumak anlamına geliyor. Sonuçta ise bağlar değil, bireyler tükeniyor.
Bastırılan Duyguların Bedensel Yansıması
Zihnimizin ürettiği kötü senaryoları bastırmak da bu kültürel eğilimin bir parçası. Kaygı, evrimsel olarak varoluşumuzu koruyan bir mekanizmadır. Fakat günümüzde kaygıya tahammül edemediğimiz için onu bastırıyor, görmezden geliyoruz. Bastırılan kaygı ise, bedensel belirtilerle uykusuzluk, kronik ağrılar, sindirim sorunları gibi kendini göstermeye başlıyor. Porges’in (2011) Polivagal Teorisi’ne göre, işlenmemiş duygular sinir sisteminde sürekli bir “savaş-kaç” tepkisi yaratarak bedensel tükenmişliği artırıyor.
Bedenimizin verdiği bu sessiz çığlıkları susturmak için elimizin altında her an ulaşabileceğimiz kaçış yolları var: sonsuz akışa sahip ekranlar, anlık mutluluk vadeden içerikler, tüketimi teşvik eden gündemler. Gerçek bir yalnızlık anı yaşamak, sessizlikte kalmak, düşünmek giderek tehdit gibi algılanıyor. Oysa tam da bu boşluklar, insanın kendi içsel bağıyla temas kurabildiği yegâne alanlar.
Peki, Ne Yapabiliriz?
Bütün bu tabloda, peki ne yapabiliriz? İlk adım, duyguları yok saymak yerine onların varlığını kabul etmek olabilir. Kendimizle ve başkalarıyla daha sahici ilişkiler kurabilmek için hızın ve uyaranın yarattığı kaçıştan bir adım geri çekilmek gerekiyor. Bunun için küçük ama etkili anlar yaratabiliriz:
- Bir insanın gözlerinin içine gerçekten bakarak, sessizce birkaç dakika oturmak.
- Telefonsuz geçen zaman dilimleri oluşturmak ve o boşluğu hissedebilmek.
- Klişe sohbetlerden sıyrılıp, daha özgün sorular sormak: “Bugün seni en çok hangi düşünce büyüttü?” gibi.
- Bir anın kokusuna, dokusuna dikkat etmek.
- Gün içinde küçük bir sahneyi bir çay demleme ânı, bir çiçek koklama ânı zihnimizde bir film sahnesi gibi canlandırmak. Hatta bu anı 70’lerden bir filmin içine yerleştirir gibi oyunlaştırmak.
- Eğer bunu yapmakta zorlanıyorsak, kendimize dürüstçe şunu demek: “Şu an bile bunu yapacak hâlde değilim.”
Bu adımlar, bireyin yalnızca “iyi” hissetmesine değil, “gerçek” hissetmesine alan açar. Çünkü insan, sadece mutlu olduğunda değil, hissettiğinde de yaşar. Ve belki de en çok, cevap verilmesi beklenen değil, gerçekten cevabı beklenen bir “nasılsın” sorusunda bulunur hayatın özü.