Bazı duygular vardır ki, doğduğumuz anda çoktan içimizdedir. Belki bizimle başlamadı ama bizimle yankılandı, bizimle şekillendi, bizimle sustu. Kökü bizden çok önceye, belki bir annenin bakışına, belki de bir dedenin sessizliğine kadar uzanmakta. Anlatılmayan acılar, kelimelere değil hücrelere siner; suskunlukla büyür, sessizlikle devredilir ve zamanla bir kişinin değil, bir soyun, bir geçmişin ortak hikâyesine dönüşür. Bu hikâye ne yazılır ne silinir. Sadece yaşanır. Ta ki biri fark edip sesini çıkarana, yaraya dönüp bakana kadar…
Kime Ait Bu Hissizlik?
Bazen bir insan durduk yere boğulur gibi olur. İçinde bir ağırlık, bir kırgınlık, bir eksiklik vardır ama neye, kime, hangi zamana ait olduğunu bilemez. Tam bir şeylere başlarken duraksar, tam gülerken içine çekilir, tam sevilirken uzaklaşır. Bu duygular ona ait gibi durur ama bir yanıyla da tamamen yabancıdır. İşte o an, insan fark etmese de geçmişin yankısı devrededir. Çünkü bizler sadece genetik mirasın değil, aynı zamanda duygusal mirasın da taşıyıcılarıyız. Anlatılmamış hikâyeler, saklanmış acılar, bastırılmış korkular; tüm bunlar sessizce nesilden nesile geçer ve bir bakarsınız, bir çocuğun yüreğinde savaş yıllarının gölgesi vardır ya da bir gencin omuzlarında, dedesinin yoksullukla yoğrulmuş hayal kırıklıkları… Kuşaklar arası travma aktarımı tam da budur. Zamanında söylenememiş cümlelerin, yas tutulamamış kayıpların, işlenmemiş acıların sonraki kuşakların ruhsal dünyasında yankı bulmasıdır.
Ailenin Görünmeyen Haritası
Her ailenin bilinçdışı bir haritası vardır. Bu haritada görünmez sınırlar, bastırılmış duygular, yasaklanmış anlatılar bulunur. Kimi ailede “biz acımızı içimize gömeriz” yazılıdır. Kiminde ise “biz güçlü dururuz, ağlamayız.” Ve bazı çocuklar, daha çocuk olmadan önce, bir ailenin kahramanı olmaya zorlanır. Bu, bazen annenin yükünü omuzlamayı, bazen de babanın hayal kırıklığını telafi etmeyi içerebilir. Adeta bir bayrak yarışı gibi eksik kalan yerden devam ederler. Bu travmatik aktarım yalnızca mutsuzlukla sınırlı değildir. Bazen her zaman başarılı olma, mükemmeliyetçilik, görünür olma arzusu ya da başkalarının sürekli onayını alma ihtiyacı da geçmişten gelen duygusal mirasın bir yansımasıdır. “Ben yeterince başarılı olursam, ailemin acısını unuttururum” düşüncesiyle hareket eden kişiler, aslında kendi hayatını yaşamaktan da uzaklaşırlar.
Kuşaktan Kuşağa Taşınan Sessizlik
Travma her zaman ses çıkarmaz. Bazen bir evin içinde yankılanan en derin acılar, tek bir kelime bile edilmeden nesilden nesile aktarılır. Söylenmeyen cümlelerin, yarım kalan hikâyelerin ve bastırılmış gözyaşlarının yükünü en çok çocuklar taşır. Çünkü çocuklar, kelimelerin eksik kaldığı yerde hislerle tamamlar boşlukları. Anlamlandıramadıkları bir sessizliğin içinde büyürler ve bu sessizlik, zamanla onların iç sesi hâline gelir. Bir çocuğun annesinin gözlerinde hiç geçmeyen bir tedirginlik varsa ya da babasının sevgisi hep kontrolle iç içeyse, orada sadece bugüne ait bir sorun değil, geçmişin çözülmemiş çatışmaları da vardır. Örneğin, zorla göç ettirilmiş bir annenin kalbinde yer etmiş o görünmez korku, çocuğa miras kalabilir. Güvende hissetmeyi bilmeden büyüyen çocuk, dünya ile arasına mesafe koyar. Kendisine bile yabancı olan bir huzursuzlukla yaşar. Belki adını koyamaz ama hisseder: “Ben sevilmiyorum,” der içten içe. “Ben istenmiyorum.” Oysa orada sevgi vardır. Ama korku, onu perdelemiştir. Sevmek isteyen ama kaybetmekten korkan bir annenin, korumaya çalışırken sınırlayan bir babanın sevgisidir bu ve bazen bu duygular yalnızca bireysel değildir. Bir toplumun kolektif belleğinden süzülüp gelir. Savaşlardan, kayıplardan, göçlerden geriye kalan acılar, bir milletin sustuğu yerden çocuklarının ruhuna sızar. Geçmişte çözülmemiş çoğu çatışma, gelecekte bir çocuğun dünyasında sanki kendi iç sesiymiş gibi yankılanır.
Toplumsal Yaraların Bireysel İzleri
Kuşaklar arası travma sadece aileyle sınırlı değildir. Toplumların da duygusal hafızaları vardır. Savaşlar, darbeler, kıyımlar, yasaklar… Tüm bu tarihsel kırılmalar sadece tarih kitaplarında kalmaz. İnsanın en mahrem yerinde, kalbinde, zihninde yer bulur. Bir toplumun susturulmuşluğu, onun bireylerinde konuşamama olarak tezahür eder. Kimliklerin bastırıldığı yerlerde, bireysel aidiyet sorunları yaşanır. Ve bu, kişisel bir travma gibi yaşanır. Oysa bu, tarihsel bir devrin yankısıdır. Birey, hem kendi kimliğiyle hem de toplumunun geçmişiyle yüzleşmeye çalışırken bir yandan da hayatına tutunmaya çalışır.
İyileşmenin Aktarımı da Mümkün mü?
Her aktarılan yük taşınmak zorunda değildir. Kuşaklar arası travma aktarımını, farkındalıkla durdurmak da mümkündür. İnsan geçmişini değiştiremez ama ona yüklediği anlamı değiştirerek geçmişini kabul edebilir. İşte bu, gerçek iyileşmenin başlangıcıdır. Terapi, farkındalık, içsel sorgulama ya da sadece kendine dürüst olma… Tüm bunlar, bu zincirin halkalarını kırmaya başlar. Bir kişi geçmişiyle yüzleştiğinde ya da kendisiyle barıştığında, sadece kendi yaşamında değil, çocuklarının hayatında da bir yankı bulur çünkü artık duygusal miras sadece acılardan ibaret değildir. Şefkat, anlayış, güç de bir sonraki kuşağa aktarılabilir.
Sonuç
Geçmişle yüzleşmek, geçmişe teslim olmak değildir. Aksine, onunla göz göze gelmek; zincirlerini kırmak ve anahtarı kendi ellerinde tutabildiğini fark etmektir çünkü aslında en ağır yük, adını bile bilmediğin bir yükü omuzlarında taşımaktır. Ne zaman ki insan, taşıdığı yükün aslında kendi hikâyesine ait olmadığını anlar, işte o zaman onu bırakma özgürlüğüne de sahip olur ve o an, bir son değil, yeni bir başlangıçtır. Kuşaklar yalnızca acıyı devralmaz; bazen o acıya rağmen ayağa kalkma gücünü, karanlığa rağmen ışığa inanma cesaretini de birbirine aktarır. Anlatılan her kelime, kırılan suskunluklar, tutulmuş bir el ya da göz göze gelinen bir an… Hepsi yeni bir mirasın tohumudur. Kuşaklar arası travmanın yankısı, eğer cesaretle dinlenirse, bir melodinin ilk notası olabilir. Geçmiş, böylece bir gölge olmaktan çıkar, içimizde konuşan bir öğretmene dönüşür ve biz o sesi duydukça, yalnızca geçmişten değil, onun içimize sinmiş yankılarından da özgürleşiriz. Bu özgürlük; anlatmakta, anlamakta ve affetmekte saklıdır. Belki ilk kez o zaman, geçmişin sessizliği yerini umutla konuşan bir geleceğe bırakır.